YAŞAMA DAİR HERŞEY

Thursday, April 26, 2007

Herşeyden biraz...

Kaç zamandır yazacağım ama bir türlü zaman olmadı. Zaman oldu benim içimden yazmak gelmedi vs. :) Ama bugün yazmaya karar vermişken ve zaman bulmuşken oturdum bilgisayar başına başladım yazmaya :)

Öncelikle geçmiş 23 Nisan "ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMIMIZ" kutlu ve mutlu olsun. FİG ne güzel anlatmış yazısında çoçuk olmanın güzelliğini ve Gazel Vakti de onların ne kadar temiz ve saf olduklarını. Hoş Gazel Vakti o an utanıp sıkımış ama çocuklarımızın bizlerin söyleyemediklerini açık ve seçik söylemeleri bence çok güzel. Keşke büyüyünce de söyleyebilseler...

Hemen Fikriminincegülüne cevabımı vereyim. Bir önceki yazımda Hürriyet Gazetesini okumayalım, okutmayalım kampanyası başlatmıştım. Ne kadar etkili oldu bilmiyorum ama başlattım ben :) FİG'de kampanya ile ilgili ayrıntı istemişti. İşte ayrıntılar:

Hürriyet Gazetesine eskiden beri alışamamışımdır. İyi hatırlayın bir zamanlar gazete fiyatları ne kadardı ve pazar günleri ek verdikleri için daha da pahalı olurlardı.. Sonradan Star Gazetesi, Hürriyet, Sabah ve Milliyet'in 3'te 1 fiyatına çıkmaya başladı. Tirajı arttı ve bu üç büyük gazete fiyatlarını düşürdüler. Demek ki yıllarca bizi düdüklemişler! Bunu hemen unuttuk değil mi? Buradan uyuz olmuştum. Ama Hürriyet'i diğer iki gazeteden ayıran özellik ise hangi hükümet gelirse ona yalakalık yapması ve taraf olmasıydı. Cem Uzan'a karşı yapılan geç kalınmış ve çok doğru operasyonlar acaba Cem Uzan hükümet yanlısı olsa olur muydu? Neden benzer operasyonlar pek çok vergi yüzsüzüne ya da Cem Uzan tarzı kişilere yapılmadı? Eğer bu ülkede yasa dışı hareket eden birileri varsa, ister hükümet yanlısı olsun ister olmasın herkese uygulanmalı. Konunun esası yasalar herkese eşit uygulanmalı!

Konuyu dağıtmayalım. Milliyet'i zaten eskiden beri okumazdım. Bana hep soğuk bir gazete gelmiştir. Hürriyet ise yalan haberler yapması dışında (ki kaç defa habere yorum gönderdim ama asla yayınlanmadı) ülkemizi karıştırmak isteyen bazı kesimlerin ekmeğine yağ süren yayıncı politikası yüzünden sevmediğim ve karşı olduğum bir gazete. Belli bir ideolojiyi güden gazeteler buna devamlı olarak devam ederler. Hükümetin değişmesi onların bu tarzlarını değiştirmez. Yani biraz gurur ve kişilik olmalı! En önemli örneğim internette gezen haberler dışında kendi gözlemimden olacak. Son günlerde özellikle Cumhuriyet yürüyüşünü canlı vermediği için çok eleştirilen Doğan yayın grubu ile ilgili internetten pek çok olumsuz haber geldi ama internetten gelen yazılara pek rağbet etmediğim için kendi gözlemimi yazmak daha doğru olacaktır.

Eğer bulabiliyorsanız 23 Nisan tarihli Hürriyet Gazetesini alın, anasayfasına bakın! Bizim için çok önemli olan bir ULUSAL EGEMENLİK bayramı sadece üstte yarım safyadan az bir bölümde atılmış, altında ise başbakanın demeçinden alınan (nedense sadece onu ilginç bulmuşlar) “Kliselerden Korkmayın” başlığı atılmış. Tezetlığa bakar mısısnız! Biz olayı tüm millete mal etmemek gerek diye düşünürken ülkenin başbakanı ne söylüyor ve en çok okunan (maalesef) gazetesi bunu başlık olarak belirtiyor. Başbakan yellense bunlar ne kadar güzel koktu diyecekler!! Gazete böyle önemli birgünde ilk meclisimizin kuruluşu, o yıllar çekilen zorluklar, işgal günlerinden aydınlığa nasıl çıktığımızı anlatacağı yerde konuyu herkesin unutmak istediği biryere götürüyor! Elbetteki olay birgünde unutulacak birşey değil ama zaten bunu gerçekleştirenlerin amacı bu değil mi? Gündemi böyle olaylarla meşgul etmek ve devamlı olarak bu olayları gündemde tutup huzursuzluk çıkarmak değğil mi?

Bir zamanlar terörüstler askerlerimizi ya da vatandaşlarımızı öldürdüğü zaman basınımız güzel bir hareketle bu tür haberleri arka sayfalarda yayınlayarak bu olaylardan çoıkar sağlamaya çalışanlara güzel bir cevap vermişti. Bugünde böyle olması gerek. Dünya basının tüm halkımıza mal etmeye çalıştığı olayı bizim gazete de destekliyor!

Küçük bir örnek. Yunansitan – Türkiye maçında çıkan olayları hanginiz tv’de izleyebildiniz? Hiçbir kamera olayları yayınlamadı o an ve hep başka olayları gösterdiler. Emin olun bizde olsa maçı bırakır bu olayları gösterirdik. İşte size aradaki fark. Yunanlılar daha sonra kendilerini eleştirdiler, hatta aşşağıladılar ama bunu kendi içlerinde yaptılar dünya önünde değil.

Yaygaracı bir gazete olduğu için, yalaka bir gazete oldupu için ve pek çok yalan haber yapıtığı için okumuyorum o gazeteyi. Ha, ben kampanya dedim ama siz bakmayın bana, okumak ya da okumamak sizin kararınız. “Değişik görüşleri okumak istiyorum” diyebilirsiniz ama o gazetede değişik görüş yok :)

Evet fikriminincegülü sana cevap vermiş oldum umarım :) Bunlar dışında geçen haftasonu Tiflis’te daha önce gitmediğimiz büyük antenin olduğu yere ki bu anten bir tepenin üstüne kurulmuş ve oldukça büyük, bir nevi Tiflis’in simgesi haline gelmiş. Ancak bizim evden asıl çıkma nedenimiz Mother of Georgia (Gürcü Anne) heykeline gitmekti. Yolu karıştırınca antenin oraya gittik. En yüksek tepeden baktık Tiflis’e :) Sonra da yolu bulup Gürcü Ana’ya ve buranın eski kalesine gittik :) İlginç yerler ama buralar turistik yerlerden çok çatapat ve titreme yerleri olmuş :)

Çatapat = yiyişme
Titreme = sevişme

Nereye gitsek, hangi kayaya çıksak bir çift birbirlerine bağdemcik ameliyatı yapıyordu :) biz rahatsız olduk ama onlar hiç istiflerini bozmadılar :)


Havanın güzel olmasından istifade edip biraz gezip hava aldık ve eğlendik. Resimlerden göreceğiniz gibi Tiflis geniş bir alan yayılmış :) Ülke ve doğal güzellikleri harika ama insanları için aynı şeyi söyleyemem :(



Bu arada Mayonez Pazar sabah kahvaltısında yediği sucuğun, pastırmanın, peynirin bizim olduğunu sanmış ama hemen düzelteyim (onun sayfasında yorum da yazdım) biz kendi kahvaltılıklarımızı getirdik yedik bile :) Evde halen de var :) Kalanları sanırım Mayonez buzdolabında en köşeye koyup unutturmaya çalışmış ve başarılı olmuş. Zira havalimanına geldiğinde Doca ve Cadı unuttuklarını farkettiler :(

Her günümüz Cadı ve Doca ile geçiyor. Eğer iki katlı müstakil ev olsa palyanco ve cadı kesin oraya geçmemizi isterlerdi :) Onlar belki yakında başka bir projeye gidecekler. Elbetteki anlaştığımız ve sevdiğimiz insanların gitmesi bizi üzüyor. Sonuçta yurt dışındasın ve buradaki dostluklar çok daha önemli bizler için. Fakat onlar için seviniyoruz. Yeni bir proje, yeni tecrübeler ve kariyer basamaklarında yükseliş :) Umarım haklarında en hayırlsı neyse o olur. Burada başlayan arkadaşılığımız araya mesafe girse bile devam eder. Msn var, mail var, blog var :)
posted by ANDY at 4:28:00 PM 8 comments

Friday, April 20, 2007

Hadi Gülümse...

Başlık nasıl olsun, ne olsun diye düşünürken aklıma Sezen Aksu'nun Gülümse isimli şarkısı geldi ve gülümsemeye ne kadar ihtiyacımız olduğunu düşünüp, başlığı bu şekilde atmaya karar verdim.

Neye gülümseyeceğiz derseniz; önce aynada kendinize gülümseyin, sonra da yakınınızdakilere, etrafınızdakilere. Yolda yürürken yüzümüzde sinirli, asabi bir yüz ifadesi yerine hafif gülümseyen, bakanların "acaba bana mı güldü, deli midir nedir?, baksana kız bana-baksana erkek bana güldü" düşünceleri yaratarak yürüyün. Birgün sizin gibi yürüyen insan sayısının çoğladığını görebilirsiniz :) Biliyorum hayat her zaman güzellik vermiyor bize ama adı üstünde HAYAT! Nerden ve nasıl bilebiliriz yarın ne olacağımızı ya da 1 saat sonra...Georgia (Gürcistan'ın İngilizcesi) isimli ülke duyduğumda "burası hangi ülke acaba" demiştim.Elbetteki Gürcistan'ı biliyordum ama Sovyetlerin dağılmasından sonra o kadar çok ülke türemişti ki; Georgia hangisi bilememiştim ama şimdi o ülkede yaşıyorum. Hadi gülümse :)

Yurdumda, gene provakasyonlar ve bizi istemediklerini basbas bağıran batının istediği ama bizlerin istemediğimiz olaylar oluyor. Hrant Dink ve şimdi de Malatya olayı. Neyi paylaşamıyoruz, neyi alıp veremiyoruz. Adam hristiyanlığı tanıtıyor diye öldürülüyorsa;

1- Öldürenler, dinimizde adam öldürmenin en büyük günahlardan biri olduğunu bilmiyorlar,
2- Müslüman olmanın bir şartınında diğer kitaplara inanmak olduğunu bilmiyorlar
3- İncili ve Kuran-ı Kerim arasında hem yazılış, hem de mana olarak dağlar kadar fark olduğunu bilmiyorlar
4- Yukarıdakilerin hiç birini bilmedikleri için İslam dinini yanlış biliyorlar.

Evet, güzelim dinimizi yanlış bildikleri, yanlış yorumladıkları gibi her fırsatta İslam'i terörist bir din gibi göstermek isteyenlerin de ekmeğine yağ sürüyorlar. Tamam, biz avrupalı değiliz ama biz arap ta değiliz. Bir tarihin ilk başlangıcından beri gelen varlığını sürdüren bir toplumuz. Kendimize ait değerlerimiz var. Kimsenin yaşam tarzını ya da değerlerini almaya ihtiyacımız yok!

Birşeyi anlamadan, okumadan, incelemeden nasıl olurda yargılar ya da ona karşı tepki gösterirsiniz. Hayır, istemediğimiz birşeye cevap karşımızdaki öldürerek mi olur? O zaman, ben o kişiye akılsız gözü ile bakarım. Çünkü mantık dini olan İslam önce beynimizi kullanmamızı ister. Adamlar incil dağıtıyorsa, sende dinini öcü gibi göstermeyip o yüce dinin güzelliklerini göster ve kuran-ı kerim dağıt.

Ancak olay hristiyanlık - müslümanlık değil. Bu ülke içinde değişik dinlere inanan ve kardeşçe yaşamaya çalışan insanları birbirine düşürmek. Artık bunu açık seçik görme vakti geldi. Tarih boyunca tüm oyunlar bu topraklar üzerinde oynanmış. Bu topraklardan başka bir yer gösterin bana!

Şu Çılgın Türkler kitabında Yunanlıların, İngiliz yardımı alarak bize karşı çok büyük bir güçle saldırdıkları ve nerdeyse Ankara'yı bile kaybedecek duruma geldiğimiz günlerde Vahdettin (kendisi hain değil ya!) savaşanlara fetva yayınlayarak, Ankara'nın (asi olarak nitelendiriyor) yanında savaşa girenlerin günah işledikleri belirtmiş ve cahil 30.000 asker silahıyla ordudan kaçmış. Atatürk durumu duyunca hiç kızmadan sadece "Yıllarca Anadoluyu o kadar boş verdiler ki halk cahil kaldı. Cahillle savaşmak bu düşmanla savaşmaktan daha zor" demiş. Evet maalesef öyle. Türkiye'de sanki sadece İstanbul gibi yönetiliyor. Ya da daha az karamsar olup ülkenin batısı yönetiliyor diyebilirim. Sonra da üniversite çağında cahil insanlarımız onların bunları sözlerine kanıp, beyinleri yıkanıyor ve bu tür olaylar yaşanıyor.

Fanatizm, bir şeye körü körüne bağlı olmak demektir. Yani gerçekleri göremez, algılayamaz. Bu olay iki futbol takımı arasında olmuyor ki "3-5 kişinin yaptığını tüm camiaya mal edemeyiz" diyelim. Çünkü biliyorsunuz futbol sahalarında o kadar olay olmasına rağmen, olayı yapanları hiçbir camia sahiplenmiyor ama sahiplenmediği gibi dışlamıyorda. Aynı adamlar her maç tirbündeler! Fakat dünya basını bunu Türkiye'ye mal etti bile!

Yurt dışına çıkınca Türklere bakış açısını daha iyi anlıyorsunuz. Seveni de var, ama hiç sevmeyi ve bizi hep başka şekilde öğrenmişi de. Biz Türk'üz deyince "aa...hiç benzemiyorsunuz " diyorlar. Artık bizi nasıl öğrenmişlerse...Bu biraz da kendini doğru şekilde tanıtma olayı..!

Konuyu dağıtmadan yazımın başındaki olaya döneceğim. Hiç bir dini küçümsemek ya da aşağılamak değil amacım ama alın birgün incili okuyun. 4 tane incil var. İnsanların derleyip, yazdığı. Okurken felsefe kitabı gibi okuyorsunuz. Toplumda çok bilinen genel ahlak kuralları yazılmış. Ben tamamını okumadım ama göz attım. Sonra da Kuran-ı Kerim'i okuyun. Aradaki farkı her aklı selim insan çok rahat anlar. Sadece Yasin suresi bile Kuran-ı Kerim'in farkını anlamamıza yardımcı olur. Zaten Yasin süresinde de neden İslamiyetin geldiği belirtiliyor.

Biz bunları anlatıp, dinimizin güzelliklerini göstereceğimize arapların abuk sabuk adamlarının peşinden koşup, gençlerimizin bu güzel dini anlamasını engelliyoruz.

Herkesin inancı kendine. Kimse bir başkasının inancı yüzünden yargılanmayacak. Her koyun kendi bacağından asılır misali kendi yaptıklarımızın cezasını ve sevabını çekeceğiz.

Okulumuz, okuma oranımız eskiye oranla çok ama cahilliğimiz da halen çok!

Not: Bu arada Hürriyet gazetisinekarşı kendi başıma "okuma, okutturma" kampanyası başlattım :) Katılmanız ümidiyle.
posted by ANDY at 11:50:00 AM 2 comments

Tuesday, April 17, 2007

Cumhuriyet ve Devrim

Başlığa beraber yazmama rağmen esasında Cumhuriyet ve Devrim ayrı birer konu başlığı ama ben ikisini aynı başlıkta yazmayı uygun gördüm. Siz görmeyebilirsiniz :)

Pazar günü evde miskin miskin yatarken Kanalturk'te Tncay Özken ve Cüneyt Arcayürek'in konuşma havasına geçen programlarını izlemeye başladım. Konu aslında çok yakından bildik bir konuydu ama konuşmaları ve söyledikleri hoşuma gittiği için başladım ilgi ile izlemeye. Mevcut hükümetin ve Fetullah Gülen'in cumhuriyet rejimini nasıl tehdit ettiğini konuştular. Dinledikçe hak verdim onlara ve sanırım okuduğum kitabın etkisi ile (Şu Çılgın Türkler) Atatürk'ün kurduğu, ilke ve inkilapları ile yol gösterdiği CUMHURİYETİZ'i kimsenin değiştirememesi ya da o değerleri unutturamaması için ayağa kalkıp "BİZ BURADAYIZ" dememiz gerektiğini hissettim. Aslında ara sıra ortam gerildiği ve birisinin Laik Türkiye Cumhuriyetini abuk sabuk laflarla tehdit ettiği zamanlarda bu ayağa kalkma olayı olmuştu ama sanırım geçen haftasonu 1 milyon civarı insanın katıldığı bir mitingi ben pek hatırlamıyorum. Bu LAIK Türkiye Cumhuriyetini, Atatürk'ün ilke ve inkılaplarını benimsemiş, o yolda ödün vermeden yürümeyi seçmiş bir ulusun seslenişiydi. % 34 ile tek başına hükümeti kurup, seçimden önce "biz değiştik" deyip aslında hiç değişmeden sadece yapmak istediklerini biraz daha uzun zamana yayıp bize çaktırmadan uygulamak isteyen ve ülkenin tamamını tek başına yönetiklerini zannedenlere; bu ülkenin başıboş olmadığını ve Cumhurbaşkanlığı gibi çok önemli bir göreve herkesin gelemeyeceğini hatırlattık.

Esasında bugünlere gelmemizin en büyük sebebi yıllarca birbirlerine girip, gelen tehlikeyi umursamayan eski hükümetlerdir. Bu yüzden tarihlerinin en düşük oy yüzdesini aldılar ve halkın çoğu seçimlerde çekimser kaldı. Bu yüzden % 34 ile ülke yönetiliyor. Benim düşüncem, bu 34'ün 10'nun ise eski hükümetlere tepki olarak verildiği yönünde. Çünkü etrafımda pek çok kişi " yıllarca bunlara verdikte ne oldu? Bu sefer de bu tarafı deneyelim" diyorlardı ve mevcut hükümete oy verdiler.

Hatanın büyük kısmı bizde! Sesimizi çıkarmadan hep sustuk. Çıkaranlara yapılanları gördükçe daha da sustuk. Fakat bu suskunluk en çok bizi birbirimize düşürmeye çalışan dış güçlerin ve maalesef halen İslam Cumhuriyeti (!) olmamazı isteyenlerin işine yaradı. Biz birbirimize düştükçe onlar kıs kıs gülüp organize olup, en güvendiğimiz mevkilere sızmayı başardılar.

Biraz karamsar bir tablo çiziyor olabilirim ama Cumhuriyet yürüyüşünün İslami gazetelerde üçüncü sayfa haberi gibi yayınlanması zaten onların amacının ne olduğunu belli etmiyor mu? Başbakanın çıkıp yürüyüş için "herhangi bir olay olmaması sevindirici" demesi ne kadar garip değil mi? Yani destek yok, sadece olay çıkıp çıkmadığına bakıyor!

Umarım önümüzdeki seçimlerde, seçim öncesi "dokunulmazlık kalkacak" deyip seçilince "benim en yakın arkadaşlarım hakkında suçlamalar var, yola onlarla devam edeceğim" deyip suçlardan aklanmaları yerine dokunulmazlık kalkanı arkasında koruyanlara gereken cevabı verecektir.

Hani hayranı olduğumuz batılı ülkerlerde, hani kapısından girmek için nerdeyse tarihimizi, geçmişimizi inkar edecek duruma geldiğimiz Avrupa Birliği ülkelerinde hakkında suçlama olan kaç Cumhurbaşkanı var?

Gelelim Devrim konusuna...

C.tesi akşamı iz tv'de (digiturk olanlar bilirler- reklamlar bitti) ilk türk otomobili olan Devrim'in hikayesi vardı. 1960 devrimi sonrası dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in isteği ile tamamen Türk mühendisler tarafıdan Eskişehir'deki TCDD fabrikasında üretilmiş. İki adet üretilen bu araba o zamanlar basından saklanarak üretilmiş ve 29 Ekim Cumhuriyet bayramında kullanılmak üzere kömürlü tren ile Eskişehir'den Ankara'ya getirilmiş. Arabalar açık vagonlara konup herhangi bir tehlikede az zararla kurtulması için arablara benzin konmamış ve Ankara'ya gidildiğinde konması planlanmış ama Ankara'da bir şekilde benzin konamamış. Artık ya unutulmuş ya da organize olunamamış. Cemal Gürsel benzin olmayan siyah arabaya binmiş ve ilerideki bir yokuşta benzin bitince yolda kalmışlar. Durumu cumhurbaşkanına izah etmişler ve Cemal Gürsel diğer arabaya binip törenlere gitmiş. Ancak bizim muhteşem (!) basınımız olayı "biz birşey beceremeyiz", "benzin koymayı unutmuşlar" tarzı hem yerdemn yere vuran hemde dalga geçen haberler yapmışlar.


Hani bugün hürriyet bazen şudur bazen budur diye reklam yapan gazete sanırım o zamanlar Hürriyet'in insanın kendi ürettiği arabaya binmesidir diyememiş olacak ki dalga geçmişler. Araba üretiminin özel sektörde olması gerektiği, yok çok pahalıya mal olduğu vb abuk sabuk nedenlere hükümet üretimi durdurmuş ve bize ilk Türk arabası olarak İneklerin yediği Anadol gösterilmiş.

Kendi öz sermayemiz, kendi imkanlarımız ile uçak üretmek istediğimiz zamanda uçak üretici ülkeler "biz size satarız ne gerek var o kadar yatırıma" diyerek önlemişlerdi, bu seferde araba üretmemiz engellendi. Burada da suç Atatürk'ün geleceği gören zihniyetine yaklaşamayarak dışarı bağımlı olmamızın temellerini sağlam atmışlar!

Bu arada Koç'un da hükümetin araba üretmesine karşı çıkıp Anadol gibi arabaları kakaladığını, her sene yenilendi diye sadece birkaç değişiklikle, yan tarafında büyük matahmış gibi "5 vites" yazdığı arabaları sattığını hatta bir dönem sağ dikiz aynasını bile arabadan ayrı satıp bizi keklediğini unutuveririz hemen.

Türkiye'de 1950'den beri demiryolu inşaa edilmemesinin suçluları kim? 10 yıl marşında "demirağlarla ördük anayurdu dört baştan" diye yazan Nafiz Çamlıbel'in dizelerinden sonra yeterince demirağı var deyip durduruldu mu yoksa?

Aslında geçmişize bakarsan son 1 asırdır bizi durduran hep kendimizin olduğunu görürürüz. Amerika'dan bile Akdeniz'de ticaret yaptığı için vergi alan (Amerikan'dan tarih boyunca sadece Osmanlı vergi almıştır) bir ülke zamanla hükmettiği ülkelere hayran kalsın ve kurtuluşu onlarda görsün. Şaşılacak şey.

Bugün Ayasofya'da pazar ayinleri olmuyor, Sultanahmet Cami, cami olarak yerinde duruyor ve bizler bu topraklarda özgürce kimseye hesap vermeden yürüyorsak, bunu bizler için kanlarını dökmüş, ülkenin geleceğini düşünmüş insanlara şükredip, bu toprakların ve ırk, dil, din ayrımı yapmadan kardeşçe yaşamanın değerini bilmeliyiz.



posted by ANDY at 5:41:00 PM 8 comments

Saturday, April 14, 2007

Ebeyim ben ebe :) Not: Lütfen ebelere küfür etmeyiniz :)

Efendim Fikriminicegülü beni sobelemiş. Tavuk pirzola tarifi verirken "bakalım erkeklerden ne çıkacak" diye de eklemiş :) Niha hahaha...Benim mutfak mezunu olduğumu bilseydin böyle demezdin ama..:) Gerçi sadece lise yıllarında mutfakta staj yaptım ama bu bile yetti pek çok şey öğrenmeme. Turzim okuyanların çoğu gibi bende kendi mesleğime devam edemedim. Aslında etmek istedim ama bazen işler sizin istediğiniz gibi olmuyor. Önce casino ve sonrasında havacılık. Aslında havacılık işi de turizmin bir parçası olduğu için kendi mesleğimi icra ediyorum diyebilme şansım var :))

Bak gene konuşmaya daldık unuttuk sobelenmeyi. Sorulan sorular dışında 3 yemek tarifi verip, her tarifte 3 kişiyi sobelemem gerekiyormuş. Hadi bakalım hayırlısı olsun :)

1-1 BUGÜNE KADAR YAŞADIĞINIZ 3 ŞEHİR:

Doğduğum şehir olan Aydın'ın Söke ilçesi (bu arada fikriminincegülü esas kahramanlık sökeden çıkmıştır, hıh :)) Bende FİG gibi 1 yaşında İstanbul'a geldiğim için bu şehri sadece tatile giderken transit geçişler sırasında gördüm. Ancak Bodrum'a giderken Söke'den geçiyorsunuz ve orada askeri lojmanlar var yolun kenarında, hah işte oradaki tek katlı evlerde yaşamışım 1 yaşına kadar :)

İstanbul...Gözümü açtığım da gördüğüm şehir diyebilirim. Ulus, Etiler, Bahçelievler derken son durağımın şimdilik Beylikdüzü olduğu şehir. Nereye gidersem gideyim hep aradığım, özlediğim ve yaşamaktan her daim zevk aldığım şehir...

İzmir...Üniversite yıllarımın -ki bu yıllar çok deli dolu geçmiştir- geçtiği, insanın büyük şehirde fakat karmaşa olmadan yaşamak istediği zaman akıllara gelecek ilk yer olan Ege'nin incisi İzmir... Sezen Aksu'nun şarkısında dediği gibi burada yaşadıktan sonra "Kalbim Ege'de kaldı" diyor insan. Birde yakınında Çeşme, dikili, Kuşadası, Didim, Dikili vb. yazlık yerlerin olması :))

1-2 TATİL İÇİN GİTTİĞİNİZ VE ÖNERECEĞİNİZ 3 ŞEHİR:

Burada şehir yerine belde demek daha doğru olacaktır. Bu yüzden ben size gittiğim yerlerden bahsedeceğim.

Fethiye: Tüm güney kıyıları beton yığınına dönüşürken halen bakir kalabilmiş bir tatil beldesi...Ölü denizin duruluğu, belcekızın masmavi denizi (bazen dalgalı olabiliyor ve hemen derinleşiyor) diğer turistik yerlere göre daha sakin oluşu, tekne turları (olmazsa olmaz), saklıkent (alabalık yemenizi taviye ederim) , kayaköy (mutlaka gözleme yiyin), yamaç paraşütü (adrinalini ve uçmayı sevenler için) ve fethiyenin sade ve sakin merkezi. Size öyle büyük ve deli gibi eğlenceler sunan mekanları yok ama tam kafa dinleme yeridir Fethiye.

Marmaris: İlk olarak 14 yaşında gittiğim ve yıllar içinde bir yerin nasıl betonlaştığını yıl be yıl gördüğüm ama halen çok sevdiğim bir tatil beldesi. İlk yıllarda her sene Marmaris'ten Datça'ya giden yolun 23. kilometeresinde bulunan Çubucak Orman Kampına giderdik abimle. Her sene nerdeyse aynı dönemlerde çadır kurup 10-15 gün kalırdık. Denizi ve havası muhteşemdi...Ancak yaş ilerledikçe bu çadır olayı biraz daha zor gelemeye başladığı ve tatil süremiz kısaldığı için artık gidemiyoruz. Size otel olarak Mares oteli önerebilirim. Eğer herşey dahil bir yere gitmek istemiyor ve otele bağımlı kalmak istemiyorsanız tabiki...

Ilıcalar'ın denizi harikadır. Turunç gene Fethiye gibi sakin bir yerdir. Şelale'de alabalık. Safari turuyla gitmenizi tavsiye ederim, böylece marmaris yarım adasının her tarafını gezebilirsiniz. Gece hayatı da oldukça başarılı bir yer. Gerek Migros'un oradan Marmaris Marinaya kadar olan sahil şeridindeki barlar, gerekse barlar sokağında (marinanın arkası) istediğiniz tarzda mekanlar bulabilirsiniz. Datça'ya da uğrayın ve Ege ile Akdeniz'i ayıran Knidos harabelerinin bulunduğu burunu da gidin derim. Ancak yolda sakın eşeğe binmiş birisine Knidos'a ne kaldı diye sormayın :)) Biz bir defa sorduk, adam bize 30 dk dedi ama yol 2 saat sürdü :)) Eşşekle kısa yollardan gidiyordu sanırım :))

Ancak Nisan ayında yağmu yağarken marinada oturup, denizi izlerken biranızı yudumlamak ve elinizdeki kitabı okumak başka bir keyif veriyor insana...

Mavi Tur: Eğer denizi seviyor ve otel odamı yanımda taşımak istiyorum diyorsanız mutlaka ama mutlaka mavi tura çıkın derim. Biz gideceğimiz zaman adama sormuştuk yanımızda ne getirelim diye sorduğumuzda "mayonuzu alın gelin" demişti. Biz klasik bavulları doldurup gitmiştik ama sadece mayo giydik diyebilirim :)) Ayurıca kamara kalmadık bile. Her gece bir koyda limanlayıp güvertede yıldızları seyrederek uyumak müthiş bir duygu ama bazen gece esen rüzgar yüzünden battaniyenizin uçması mümkün :))

Şöyle bir hayal edin, sabah uyanıyorsunuz ve yüzünüzü yıkamak için denize atlıyorsunuz :) Kahvaltınızı geminin kıç tarfında denize nazır yapıp, istediğiniz koyda demirliyorsunuz.

Eğer böyle bir niyetiniz varsa size ilk olarak Marmaris - Fethiye-Marmaris rotasını tavsiye ederim. Marmaris'ten tekneye c.tesi biner, pazar sabah kahvaltıyadan sonra yelken açar 5 saatta Fethiye Ölüdenize varır ve sonrasında muhteşem güzelliklerle dolu Göcek koyunu gezersiniz 1 haftada. Saint Nicholos adasında güneşin şarabınızı içerek güneşi batırır, ekincikte yengeç mangal yapar, Kleopatranın hamamında denize girebilirsiniz.

diğer bir rotada Marmaris - Bodrum. Bura rotayı daha gidemedik ama güzel olduğuna eminiz. Umarım en kısa zamanda bu turuda yapabiliriz.

Bunun dışında güneyin nerdeyse tamamını gezdim ama en çok yukarıda bahsettiklerimin yeri bende başkadır. Çeşme, Datça, Kaş ve ne olursa olsun Bodrum'un belli yerleri tatil için ideal.

1-3 YAŞAMAK İSTEDİĞİNİZ VEYA GÖRMEK İSTEDİĞİNİZ 3 ŞEHİR:

Yukarıda ünicersite yıllarımın geçtiği İzmir'den bahsetmiştim. İstanbul olmazsa İzmir'i isterim.

Emeklilik yıllarımın geçmesini istediğim Fethiye. Fethiye Muğla'ya bağlı olduğu için Muğla oluyor bu sorunu cevabı :)

3. şehir için bir düşüncem yok :)

2-1 ŞU ANDAKİ MESLEĞİNİZ:

Havacılık diyebilirim. Terminal işletmeciliği.

2-2 YENİDEN DÜNYAYA GELSENİZ HANGİ MESLEĞİ SEÇERSİNİZ:

Ya iyi basketbolçu olmak ya da iyi bir müzik (rock) grubunda açlıyor olmak :))

2-3 KESİNLİKLE YAPMAM DEDİĞİN MESLEK:

Sekreter olmak istemezdim :))

3-1 YAŞAM FELSEFENİZİ OLUŞTURAN SÖZLERDEN BİRİ:

Aslında hayat felsefesi olarak gösterilemez ama beğendiğim bir söz var: "Ne kadar iyilik yaparsan yap, sonunda mutlaka kötülük bulursun". Etrafımda çok örnekleri gördüm. Bu yüzden ve kişilik olarak herşeye süphe ile yaklaşırım :))

3-2 ÇOK SEVDİĞİNİZ BİR KİTAPTAN ALINAN PARAGRAF VEYA BÖLÜM:

Vallahi aklımda kalan öyle çok önemli bir söz veya paragraf yok. Aslında çok yazı var ama hah işte bu diyebileceğim birşey yok aklımda.Ancak Can Dündar’ın herşeyini bırakıp güneye yerleşen bir arkadaşı anlattığı yazı vardı. Tamamı çok güzeldi :)

3-3 SEVDİĞİNİZ ŞİİRDEN BİR PARÇA:

Blogumun başlığında yazan şiir tabiki :

Bilmezler yalnız yaşamayanlar, Nasıl korku verir sessizlik insana; İnsan nasıl konuşur kendisiyle; Nasıl koşar aynalara, Bir cana hasret, Bilmezler.

Evet...Geldik asıl önemli bölüme. Yemek konusuna. Size vereceğim ilk tarif dometes çorbası. Hemen burun kıvırmayın. Bu bildiğiniz hemen salça ve unla yapılan türden değil. Ama okurken de “canım bu sebze çorbası” demeyin. Deneyin, için sonra konuşun :)))

Dometes Çorbası: (Palyanco, Cadı, Mayonez)

Önce bir adet soğanı 4’e bölüp tenceredeki normaden daha fazla yağa atın, arkasından dometes, havuç, patates (hepsinden 1’er adet) , maydonoz sapı (maydonuzun ucunu limon ve yağlayıp yiyin), mevsiminbe göre patlıcan, kabak (2-3 dilim) atıp kavurmaya yapar gibi karıştırın. Domates falan suyunu iyice salsın. Patatesler yumuşasın vb... Sonra un koyuyorsunuz. Ama yavaş yavaş ekleyin ve tenceredki tüm suyu çekinceye kadar ekleyin. Daha sonra domates salçası ekleyip karıştırın, topak olan un tamamen kırmızı olduktan sonra su ekleyip, karıştırırarak kaynayınca kadar bekleyin. Bir iki taşım kaynadıktan sonra süzgeçten geçitin ama süzgeçte kalan posayı mutlaka blendir ile ezin ;) sonra başka bir tencerede yarım kalıp yağ ile unu karştırıp krema kıvamına gelene kadar pişirip, biraz önce süzdüğünüz suyu ekleyin ve kaynamasına yakın tuzunu ekleyin. Afiyetle yiyin. Ben artık göz kararı yaptığım için size şu kadar bardak su, şu kadar kaşık bu diyemem :)

Madamın Kaprisi : ( Yumurcak, Gazel vakti, Koyubeyaz)

Orta boydan biraz daha büyük ama sert domateslerden alınır. İçi kabak gibi oyulur. Oyunlan içler küp şeklinde doğranır. Bir tavada istediğiniz bir et türünün sotesi hazırlanır. Artık sote tarifini de ben vdermiyeyim değil mi :) Hazırlanan sote içi oyulmuş dometeslerin içine konur, üstüne biraz kalınca kaşar peyniri konup fırına verilir. Kaşar peyiniri eriyince çıkartılıp servis edilir. Ancak eğer domates,n de pişkin olmasını istiyorsanız önceden domatesleri fırında pişirebilirsiniz. Zevk size kalmış :)

Tavuk Folyo : (Gmemuzin, Ocean, Yağmur damlası)

Valla yemeğin adını attım. Çünkü adı yok. Varsa da ben bilmiyorum. Aslında bu benim çalışırken eve yorgun geldiğimde yaptığım kolay bir yemek. Hem lezzetli oluyor hem de pişmesi zaman olasa bile yapması 10 dk. Sürüyor :) Eve yorgun gelip yemekle uğraşmak istemeyenler için önerilir :)

Arzuya göre tavuk kanadı, budu ya da gögüsü alınır. Aslında kanadı tavsiye etmem. Çünkü kanat Kanatçı Haydarda yenmeli :) Aliminyum folyo içine aldığınız tavuk, yarım soğan, yarım domates ve isterseniz yeşil biber konur. Üstüne biraz yap ile tuz ve kırmızı pul biber serpip, aliminyumun kenarları katlayıp buhça yapar ve fırına verirsiniz. 30- 35 dk. Arasında yemeğiniz hazır ve buharda pişeceği için kuruda olmaz ;)

Eee...benden bu kadar, daha ne olsun yahu! :)

Peki hadi birde salata tarifi vereyim :) Tam açıldım vallahi :)

Roka Salatası (Bunun için kimseyi söbelemiyorum)

Tam bir rejim yemeğidir. Hem karnını doyurmak hem de kilo vermek isteyenler için :) Gerçi biraz yavaş kilo veriyorsun ama olsun. Tabi bundan sonra tatlılar, kolarlar, çerezler yemezseniz :)

Salata tabağına (derin olanı) rokalar doğranarak yerleştirlir. Küp doğranmış domates ve salatalık eklenir. İsteğe göre biraz da göbek marul koyabilirsiniz ama koymazsanız daha iyi olur kanımca :) Küp doğranmış beyaz peynir ve kaşar peyniri eklenir. Bir tavada bayatlamış ve küp küp doğranmış ekmekler kızartılır ve salataya eklenir. Ton balığının da eklenmesinden sonra çay bardağında karıştırdığınız limon-yağ karışımını ekler ve afiyetle yerseniz. Sos konusunda nar ekşisini de tavsiye ederim. Hadi afiyet olsun.
posted by ANDY at 3:40:00 PM 6 comments

Friday, April 13, 2007

Çılgın Türkler

İstanbul'a bu son gidişimizde artık hiç kitap okumadığı farkettim. Etrafımdakiler son okudukları kitaplardan bahsederken, en son okuduğum kitabın üstünden neredeyse 2 sene geçmiş olduğunu düşündüm ve en kısa zamanda okumak için zaman ayrımam gerektiğine karar verdim.

En son Salih Bozok'un anılarını okumuştum. Atatürk'e en yakın kişinin yazdığı mektuplardan ve anılarından Atatürk'ün yaşadıklarını anlatıyordu. Kurtuluş mücadelesine nasıl başladı, daha 1. dünya savaşı başlamadan Almanların savaşı neden kaybedeceğini bilmesini, evliliğini, Cumhuriyet'in kuruluşundaki zorlukları ve İsmet Paşa ile olan küskünlüklere kadar herşey o günleri yaşayan birisinin ağzından, deyim yerindeyse ilk ağızdan anlatılıyordu.

Ben zaten oldum olası, yaşanmış gerçekleri anlatan kitap ve filmlere ilgi göstermişimdir. Bu yüzden bir dönem 2. dünya savaşını yaşamış askerlerin anlatıklarından yola çıkılarak yazılmış savaş romanları okurdum. Şimdi ise abimin bana verdiği ama benimde okumak istediğim bir kitap olan "ŞU ÇILGIN TÜRKLER" isimli romanı okuyorum. 685 sayfalık kitabın, henuz 144. sayfasındayım. Kitap öyle güzel yazılmışki, o günleri gözünüzün önüne getiriyor. Yoksulluğu, teslimiyetçiliği, baş kaldırıyı, özveriyi, istiklal ve halk için çalışmayı en iyi şekilde yansıtıyor size. Anlatım daha çok o günleri yaşamış kişilerin anlattıkları ve anılarından oluştuğu için ilginiz bir kat daha artıyor.


Bugünlere bakınca, Atatürk'ün ta o zaman bugün olacakları gördüğünü ve batının bizi sömürmesine, iç işlerimize karışmasına, onlara bağımlı yaşamamızı engellemek için emperyalizme karşı savaştığını anlıyorsunuz. Zaten kitapta böyle tanıtılıyor: Emperyalizme karşı kazanılmış tek savaş olarak. Aynen bugün olduğu gibi, dönemin padişahının, mollaların ve istanbul meclisinin kurtuluşu, hiç savaşmadan batının himayesine girmekte bulduğunu okuyup, o yıllarda savaşan binlerce şehit ve gazinin kemiklerinin sızladığını hissediyorsunuz. Öyle ya; bugün bizim paramızı nerede ve nasıl kullanacağımıza, kime ne kadar zam yapılacağına, aldığımız silahları kime karşı kullanıp kullanmayacağımıza batı karar vermiyor mu? Kitapta o dönemdeki yoklular ve zorluklar öyle bir anlatılmış ki; biran Atatürk ve arkadaşlarının kurduğu Ankara Hükümetinin o anlaşmaları imzalaması gerektiğini bile düşünebilirsiniz. Ama...! Evet kocaman bir "ama " var burada. Onlar kesin ve tam bağımsızlık istediler ve bunun için savaşıp, karşılarında kendilerinden teknoloji ve sayı olarak üstün olan emperyalist güçleri bu ülkeden def ettiler.

Onlar def etmesine ettiler ama o zamanlar batılıların söylediği "Türkleri savaşla yenemedik ama bundan sonra ekonomik güçle yeneceğiz" sözü maalesef kurtuluş savaşının üstünden çok geçmeden gerçeklerşti Çok değil Atamızın ölümünden 12 yıl sonra başladı batıya bağımlılık. 1950'lerden başlayarak yavaş yavaş bağlandık ve borçlandık batıya. Özentimiz hiç ama hiç bitmedi maalesef. Halbuki batıdan almamız gereken teknoloji ve yenilikler olması gerekirken , biz onların kültürlerini, onların yaşam tarzını aldık. Batı hiç silah kullanmadan yavaş yavaş bizi sömürgesi haline getirdi. Evet sömürgesi diyorum çünkü artık iç işlerimize bile karışıp, ne yapacağımıza karar veriyorlarsa bunun başka bir açıklaması yoktur.

Kitabı okurken daha o zamanlardan ülkemizi karıştırmak için kardeşi kardeşe düşüren batılı zihniyetin işlediğini, bizi içten yıkmak için türk-kürt-ermeni meselisini o zamanlar çıkardıklarını okuyor ve bugün halen bu çarkın işlediğini bir kez daha anlıyorsunuz. Yıllarca birlikte aynı ülke sınırları içinde kardeşçe yaşamış halkları sadece kendi çıkarları uğruna kullanıyor batı. O zamanki şeyh-ül islam bile kurtuluşun İngilizlerde olduğunu düşünüp Ankara hükümetine kızıyor ve ayaklanmalarını (bir milletin kendi ülke sınırları içinde ayaklanması ne kadar acı değil mi?) anlamsız bulup anadoluya fetva gönderip batıya her türlü yardımı yapmaları gerektiğini söylüyor. Aslında bu olay çok daha önce başlıyor...Bence kanuni Sultan Süleyman ile başlıyor. İlk kaputilasyonları o verdi Fransızlara. Zaten ondan sonrası hızla geldi.

Bu kitap her Türk tarafından okunmalı. Hatta kim söyledi hatırlamıyorum ama ders kitabı bile olmalı. Bizim muhteşem bir tarihimiz olduğunu, 600 sene dünyaya kafa tuttuğumuzu, ecdadımızın yüzyıllar öncesine kadar uzandığını unutturmaya çalışanlara inat okunmalı, okutulmalı. Bu ülkeyi karıştırıp, istikrar sağlanmasını engellenyelere, aynı topraklarda barış ve kardeşlik içinde yaşayan farklı din, ırk ve kültüre sahip insanları birbirine düşürmeye çalışanlara ve bu oyuna gelenlere inat okunmalı, okutulmalı.

Milli marşımızın sadece şu kıtası bile bizim nasıl bağımsızlığına tutkun bir millet olduğumuzu, kimsenin boyundurluğuna girmeyeceğimizi çok iyi anlatıyor:

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Böyle bir ecdadın torunları olan bizlere bakınca, "Mehmet Akif acaba bugünleri görse ne düşünür? ne derdi?" diye merak ediyorum..! TV'lerde abuk sabuk magazin, yarışma ve kısa yoldan zengin olma hayalini şırıngalayan programlar peşinde koşan, hayal dünyasında yaşayan ve etrafında olup biteni görmeyen bir toplum yaratılıyor. Kadınlarımız ki; -kendileri kurtuluş savaşında ön saflarda yer almış kutsal insanlardı- bugün sabah programlarında anlamsız, boş konuları tartışır oldular.

Bizleri tarih boyunca savaşlarla yenip, yok edemeyen batı artık hiç kendini yormadan bizi asimile ediyor. Umarım bunun farkına çok geç varmayız!
posted by ANDY at 9:06:00 AM 2 comments

Thursday, April 12, 2007

Tbilisi - Istanbul - Tbilisi

Evettt....Gittik ülkemize, gezdik, tozduk, eğlendik ama gezmelerden dolayı bedenen dinlenemeyip tilki misali döndük gene Tiflis'e :)

İstanbul çok güzeldi. Insan kısa süreli kalınca o trafik keşmekeşi bile rahatsız etmiyor. Ben şahsen pek rahatsız olmadım ama insanların o trafikte nasıl stress dolu olduklarını hatırladım tekrardan! Bir defasında şirinevler köprüsü altında yan şeritteki adam sıkışık trafikte önündeki arabaya hafif çarpıp durduktan sonra arabadan inip arkasındaki arabaya birşeyler fırlatarak şoförüne kızınca daha iyi anladım insanların nasıl çıldırdığını o trafikte...Hayır arkadaki arabanın şoförüde şaşırdı " ne oluyor" gibisinden baktı adama :))

Yukarıda bahsettiğim gibi bu sefer bedenen hiç dinlenmeye fırsat olmadı. Eeee.. dile koklay 6 ay olmuş ülkeme gelmeyeli. Herkes bekliyor, davet ediyor. Kimseyi kırmamak lazım değil mi? Zaten bizde öyle yaptık. Her akşam başka birisini ziyaret ederken sonunda palyanco'nun babası "burası otel mi? yatmaya mı geliyorsunuz buraya" diye kızdı ama biz gezmeye devam ettik :) Hayır bendeki yüzsüzlük had safhada, adama cevabım "evet" oldu :)) Okuyanalr benim öz babamdan bir hayır gelmediğini bilirler o yuzden ben palyanco'nun babasına kayın peder demem, babam derim ;) Oradan geliyor bu yüzsüzlük yani :))

Vallahi mangala ve ete doyduk :) Güya Türkiye'ye gitmeden önce kilo verip, orada olacaktım ama nerdeee! Şiştik gene :) Yumurcak şimdi diyecektir "ulan senin neren şiş" diye ama 95 kilo olmuşum :)) Bu sefer kendime "yuh" diyorum ;) Ülkemin yemeklerini özlemişim. Sanırım Türk mutfağındaki zenginlik ve çeşitlilik başka hiçbir mutfakta yoktur. Kötü olan tarafı ise; birine yemeğe gittin mi önüne çeşit çeşit yemek konması ve hepsinden yemek zorunda olman...Birde biraz geç başlarsan yemeğe, direkt kilo alıyorsun. Fakat bizim gibi kısa süreliğine gelmişseniz bu sizi rahatsız etmiyor.

Esas bomba tatilin son gunlerine denk geldi. Turkiye'ye gitmeden önce yumurcak gelince mutlaka arayın demişti. Ben de O'na arayacağımı ama telefonunu kapamamasını söylemiştim. İlk aradım telefon kapalı!!! Sonra aradım cevap vermedi!!! En sonunda c.tesi bir arkadaşın düğününden çıktıktan sonra cadı ve doca'yı eve bırakmak için avcılara giderken doca kardeşinin - Mayonez- bizimle tanışmak istediğini ve beklersek O'nunda geleceğini söyledi. Bizde kabul ettik tabiki. Avcılar'da simit sarayında buluştuk. Daha sonra mayonezin eşide bize katıldı. Ve en sonunda o müstesna insan geldi :))) Düğünden çıktığımızda mayonez ile buluşacağımız kesinleşince Yumurca'ı aradım ama gene telefona cevap vermedi. Biz simit sarayında otururken telefon geldi. "Beni aramışsınız" deyince hemen anladım O'nun yumurcak olduğunu ve cadı, doca, andy, palyanco ve mayonez bir aradayız hadi sen de gel dedim. Bunu ben söyledim ama söylerken tek başıma değildim, yanımda cadı, doca, palyanco ve mayonez de vardı :))

Başladık yumurcağı beklemeye. Büyükçekmece'den motorla gelecekti ve bize göre 20 dk.'dan fazla sürmezdi. Tabi bu bize göre böylediydi :) Yumurcağı beklerken daha önce hiç görmediğimiz için başladık, bu mu, şu mu demeye...Ama yumurcak olduğunu düşündüğümüzü kişilerin resimlerini buraya koysak sanırım yumurcak bir daha bizimle konuşmazdı :)) Yani geyik tavan yaptı :)) Ve... sonunda buluşma gerçekleşti. Birbirimizi hiç tanımıyor olmamıza rağmen, yazılan yorumlar sayesinde bir köprü kurulmuş zaten... Kısa ama hoş bir zaman geçirdik. Ancak hepimizin son akşamı olması nedeniyle (mayonez ve eşinin değildi ama) birilerine sözümüz vardı. O yüzden fazla kalamadık. Ancak bir dahaki sefere bloggerlar yemek organizasyonu yapmak için sözleştik. Bakalım yemeğe kimler gelecek göreceğiz artık! ;)

Tekrardan doğduğumuz değil ama doyduğumuz yer olan Tiflis'e döndük sonunda! Ne yapalım bir süre daha buralarda olmak durumundayız. Olsun palyancom yanımda ya...Biz O'nunla ne zorluklar aştık, bunu mu aşamayacağız!

Tekrardan hoşbulduk artık internetinizi kapatmaya gerek yok ;)
posted by ANDY at 9:05:00 AM 3 comments