YAŞAMA DAİR HERŞEY
Friday, December 29, 2006
İstanbul'u izliyorum...
İstiklal'de yürüyorum Tünel'e doğru. Hava soğuk ama yeni yıl için süslenmiş bu sokak içimi ısıtıyor :) Isınmamın bir asıl sebei ise; tabi ki canım palyancom yanımda ;) My Moon'da yemek yiyoruz :) (ilk orada akşam yemeği yemiştik te)
Sonra Gümüşsuyun'dan Dolmabahçe'ye inmeye başlıyoruz. Ona ilk "seni seviyorum" dediğim yerde tekrarlıyorum içimdeki sevgiyi, aşkı ona..
"SENİ SEVİYORUM AŞKIM"
Ortaköy'e geçiyoruz...Deniz kenarındaki bankalara oturup güneşi batırıyoruz Ortaköy camii'nin üstünden, boğaz köprüsünün ayaklarının altından...


Biraz sesizlik için Anadolu Kavağına geçiyiyoruz. Birde boğazın karadeniz tarafındaki girişinden, uzaktan bir tepeden bakıyoruz İstanbul'a.


Moda sahilinde biraz mola :)

Ben bu güzellikleri gözlerim kapalı izlerken, siz orada yaşayanlar! “O şehrin değerini bilin lütfen”
NOT: Herşeye rağmen emeklilik yıllarımı (tabi görme imkanım olursa o günleri) güneyde bir sahil kasabasında geçirmek istiyorum, canım Palyoncom’la :)
Wednesday, December 27, 2006
Yaramaz ben :)
Apartmanın önü ve sitenin olduğu alan ve yollar cok geniş oldugu için bize oldukça geniş oyun alanı vardı. Herkesin, özellikle günümüz çocuklarının bulmadığı oyun alanı imkanlarımız vardı :) Fakat daha önemli olan abimle evde kendimize yarattığımız oyun alanı ve olanaklarıydı ;) Sanırım her erkek adı tüf tüf olan ve külah seklinde kıvrılmış kagıtların ince borulardan üflenerek atılması oyununu oynamıştır :) Zaman içinde iki boruyu kibrit kutuları ile birbirine bağlayarak arka arkaya atış imkanı sağlamak, borunun altına daha kısa bir boru ekleyerek mermileri (ufak küllahları) istifleme gibi yaratıcılıklarda sergilerdik :)) Abimle bu oyunu evde tüm ışıkları kapatarak birer el feneri ile oynardık. Tabi ebe olan, saklananı ararken ışığını yakmak zorunda oldugu için, kek gibi avlanırdı :) Bir defasında abimi tam şakağından vurmuştum :)
Küçük olduğumuz için erken yatmak gibi zorunluluklar vardı haftaiçi. Özellikle avrupa kupası maçları zamanı yatmak zorunda kalınca yada sevdigim bir film olunca; salonun şekli itibariyle ve odamızdan salona girerken solda duran koltuk sayesinde televizyon izlerdim. Bu koltuğun arkasına saklanır uykum gelene kadar izlerdim televizyon :) Sonrasında sabah uyanmak zor gelirdi, o ayrı :)

Gene evdeki oyunlara dönelim. Annemin mandalları ile kendime yollar yapar arabalarımla oynardım. Neden oldugunu hatırlamıyorum ama arabaların benzini bitermiş gibi yapar, zar zor vardırırdım arabalar benzin istasyonuna :) Sanırım benzin sıkıntısı benim oyunumu da ektilemişti :)
Birde yemek masası altına saklanıp, annem sofrayı kurarken eteklerine mandal takmamız var :)
Ondan da öte abimle yaptığımız yaramızlıklar sonrası üzülen annemizin gönlünü almak için imzalayıp annemize verdiğimiz "yaramazlık yapamama" anlaşmalarımız var :) Abimle anlaşma yapardık; bir daha annemizi üzmeyeceğimize dair ve imzalardık. Fakat anlaşmalara uyduğumuz söylenemez :) Hala abimde bir örneği duruyor. Onu da ileride buraya ekleyeceğim ;)
Saturday, December 09, 2006
Taraftar Olmak..!
Eskiden stadlarda ışıklandırma olmadığı için maçlar gündüz oynanır ve biz sabahın köründe maça gider bilet kuyruğunda bekleşirdik. O zamanlar stadlar yarı yarıya ayrılırdı taraflara. Elbette maçtan önce olaylar olurdu ama hep belli gruplar arasında yaşanırdı bu istenmeyen olaylar.
Bayanlar ya da çoçuklar derbi maçlarına götürülmezdi. Ancak numaralı dediğimiz tirbünlerde görebilirdiniz onları.
Artık bu manzara çok değişti ve tabiki taraftar profili de aynı şekilde... Artık maçlarda daha fazla bayan ya da çocuk seyirci görmek mümkün. Fakat bayanların maça gelmesi hiçbirşeyi değiştirmedi. Küfürlü tezaruhatlara bayanlar da eşlik ediyorlar artık. Hemde yolda duysalar kızacakları küfürleri zikrediyorlar.
Taraftar olmak; ölene kadar desteklemek, hep destek tam destek ya da yenilse de yense de takımının yanında mı olmaktır? Rakibini sakatlayacak hareketlerde bulunup kırmızı kart gören futbolcumuzu çıkarken alkışlamak, sahaya yabancı maddeler atmak, rakiplerine maç boyu küfür etmek taraftar olmak mıdır?
Ülkenin ekonomik koşullarında gerek işin getirdiği stress, gerekse yaşanan baskıdan kurtulmanın bir yolu haline geldi taraftar olmak. Normal bir günde dışarıda gayet düzgün giyimli gördüğümüz insanlar o tirbünlerde biran da değişmekte ve tanınmaz hale gelmektedirler.
Gittiğim bir derbide topluca ana avrat küfür edilirken önümdeki baba- oğulun bu topluluğa büyük zevkle katılmaları beni şok etmişti. Adam oğluna kızacağı yerde onunla zıplayıp küfür ediyordu.
Küfür asla engellenemez. Çünkü bireysel küfür mutlaka olacaktır. Küfür edene ancak etrafındakiler tepki verirse, o anlık engellenebilir. Ancak toplu küfürün önlenmesi için ciddi yaptırımlar ve dikkatli demeçler verilmeli. Rakip takım yöneticileri kameralar önünde ağız dalaşı yaparsa, imam osurursa cemaat sıçar misali, tirbunlerden eksik olmaz küfür! Birde buna tek taraflı ve fanatik yazılarla, sloganlarla taraftarları provoke eden basınla taraftar sitelerini eklersek işin içinden çıkmak iyice zorlaşıyor.
Anlayacağınız daha çoook küfür dolu, yabancı maddelerin havada uçuştuğu maçlar izleyeceğiz. Çünkü yenerken sevinmesini bile bilemeyen insanımız yenilgiyi hiç sindiremiyor içine!!
Friday, December 01, 2006
Bu da bitiyor :)
Geri dönüp baktığımda yıllık izin dışında tamamen yurt dışında geçirdiğim bir yıl 2006. Canım palyancomun yanımda olması yurt dışında geçen bu yılın rahat ve huzurlu geçmesindeki en büyük faktör :)
Ne siyasetten ne Türkiye'nin geldiğin noktadan ne de spordan bahsetmek istemiyorum bugün. Aslında neden bahsedeceğimi de bilmiyorum. Düşünceler arasında ışık hızında seyahat ederken aklıma takılanları yazıveriyorum işte! Kelimeler sanki benim kontrolumun dışında dökülüyor yazıma...Olsun bazen bırakmak lazım kendimizi akışa. Ne olacağını düşünmeden...
Geriye dönüp bakmadan, dün ne yaşadığımızı düşünmeden birgün sonrasına gitmek gerek bazende. Kafamızı problemlerimiz ile doldurmak yerine, kısa bir ara verip hayallere gitmek :)
Devamlı planlar yapıyoruz, tasarlıyoruz. Hedefler koyuyoruz kendimize. Hedefsiz yaşam mı olurmuş diyenler olabilir. Teknoloji geliştikçe, yıllar ilerledikçe hedefler de artıyor, planlar da. Peki ne zaman bırakacağız birşeyleri planlamayı ya da hedeflemeyi? Bu, son nefesimizi verdiğimiz an mı son bulacak?
Bazen bırakmak lazım kendini hayatın akşına. O götürsün bizi gittiği yere. Zaten planlar yaptıgımız, hedefler koyduğumuz zaman da çarpmıyor muyuz kayalara? Yıkılmıyor mu hayallerimiz? Kaç hedefe varamadan vazgeçmedik mi?
Bırakın, bırakın kendinizi o nehrin akşına...Nasılsa kendimiz ne kadar güç, çaba harcasak bile o nehir yönlendirmiyor mu bizi? Gidecek başka nehir mi var?
Bitiyor 2006...Daha dün gibi ilk günleri 2006'nın. Seneye bugün bu sözü 2007 için söylemeyecek miyiz?