YAŞAMA DAİR HERŞEY

Tuesday, October 31, 2006

Cumhuriyet ve Atatürk...

Pazar günü Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun 83. yılını kutladık. Gerçi yurt dışında bu etkinliklerin içinde olmasanız bile televizyondan izlemek insana gurur veriyor. Okunan şiirler, geçiş töreni vs..

Ben bugün olaya başka açıdan bakmak istiyorum. Bugün, halen bu ülkenin sınırları içinde yaşamanın sevincini, mutluluğunu YAŞAYAMAYANLARDAN konuşalım bence. İlk örnek olarak son günlerin en çok konuşulan ismi ile başlayalım. Orhan Pamuk denen şahsiyetle! Çünkü aldığı ödül ne olursa olsun, yurt dışında bu kadar tanınmış olması onun yazdıklarından öte, yaşadığı, yetiştiği ülkeyi; elinde belge, kanıt olmadan popüler olmak ve hayranlık duyduğu batıya yaranmak için söylediği sözlerle karalayarak bu ülkeyi haketmediğini orataya koymuştur. Varsın bizim bir kısım aydın geçinen yalakalarımız onun aldığı ödül için sevinsinler. Olaylara at gözlüğü ile bakmak aydınlık olmuyor ama ..!

Bir başka kıl olduğum kısım ise, Atatürk'ün hata (!) ya da yanlış(!) yaptığını düşünenler. Sanırım Atatürk'e çamur atmaya çalışanlar, O ve bu ülke için ölen yüzbinlerce insan olmasa bugün Istanbul'dan (tabi adı hala İstanbul olurmuydu bilemem!) İzmir'e giderken vize almak ya da pasaport kontrolünden geçmek durumunda kalacaklarını göremiyorlar. Bu topraklarda, Frana, İtalya, Yunanistan ve ya İngiltere devletlerinden birinde AZINLIK olarak yaşıyor olacaklarını düşünemiyorlar!

Elbette Atatürk tek başına ülkeyi kurtarmadı. Adını bildiğimiz ya da bilmediğimiz yüzbinler sayesinde oldu bu olay ama şunu iyi kavramak lazım; iyi bir ordu sadece cesur askerlerle değil, o orduyu yöneten zeki insanlarla savaşı kazanır. Tarih bunun örnekleri ile doludur. Faith Sultan Mehmet İstanbul'u tek başına mı fethetmiştir? Elbette hayır! Koca bir orduyu çok iyi yönetip, idare ettiği ve doğru kararlar aldığı için ordu gerektiği gibi haraket etmiştir. Maalesef Osmanlı olarak olarak yola devam etmek isteyenlerin, nerdeyse yok olacak bir toplumun kurtarılması aşamasında başrolü oynayan birisine bu şekilde davranmasını ben asla anlayamadım!!!

Ancak burada da ortaya haçlı seferleriyle başlayan ve Kurtuluş Savaşına kadar süren Türkleri yok etme amacına ulaşamayan batının yoktan var edip içimize soktuğu laiklik, ermeni, solculuk-sağcılık, Türk - Kürt sorunları (!) ile bunu başarmaya çalışması çıkıyor. Maalesef bizim aydın geçinen kısımla, bu sorunlar varmış gibi davranıp bu oyuna gelenler sayesinde bu sorunlar (!) büyüyüp bugünlere geldi. Halen insanlar manda ve himaye kabul edilmelimiydi tartışmasını yapıyorlarsa, oturup çok dikkatlice düşünmeliyiz!

Atatürk 20 yy.'da yaşarken bugüne dair söylediği sözlerle bile geleceği nasıl gördüğünü anlamamız gerek diye düşünüyorum. O sadece bir komutan değil aynı zamanda geleceği çok iyi analiz eden bir düşünür ve ülkesinin kalkınması için ne yapması gerektiğini, gelecekte nasıl davranılması gerektiğini görecek kadar ileri görüşlü bir devlet adamıdır. Zaten O'nun bu kadar ön plana çıkması bu özelliklerinden kaynaklanmaktadır. İyice inceler ve irdelersek, Atatürk'ün bu ülkede demokrasi olması için çoklu parti seçimleri için nasıl uğraştığını ve ülkeyi her zaman vatandaşın yönetmesi gerektiğini vurguladığını çok iyi anlarız. Ancak ülkeyi yönetirken bile sadece kendi çıkarları doğrultusunda hareket edenlere de bunu anlatmak gerek. Belki o zaman akıl ederler biz ülke vatandaşları AB'ye girmek istiyor muyuz diye sormayı!!!

Tüm dünya Atatürk'ün ne kadar büyük bir komutan, devlet adamı ve dahi olduğunu kabul ederken, Üniversitelerinde O'nun düşüncelerini okuturken ve O'nun bu ülkeye getirdiği her türlü yeniliğin, yönetim şeklinin günümüz şartlarına uyumluluğunu konuşup bunu överken, biz maalesef ne Atatürk'ün ne de düşüncelerinin değerini bilemiyor, sahip çıkamıyoruz.

O'nun isteği, sadece fikirlerini ve düşüncelerini anlamış olmamız ve uygulamamızdır. Her bayramda büstüne çiçekler koyup yalandan konuşmalar yapmamız değildir!

Nice 83 yıllara ama Atatürk'ün düşünce yapısını yakalamış olarak..!
posted by ANDY at 9:05:00 AM 1 comments

Thursday, October 26, 2006

Yurdum Güzel Yurdum..!

İnsanın bulunduğu noktadaki durumunu analiz etmesi ve haline şükretmesi için, daha kötü durumlardaki insanlara bakması gereklidir bence. Aksi takdirde daha iyiye baktıkça hep halimizden şikayet ederiz. Tamam, ileri gitmek, kendini geliştirmek için senden daha iyi olanları izleyip, örnek alabiliriz ama durumumuza göre hareket etmek ve ne olduğumuzu bilmek çok önemlidir öncelikle...

Son 1 yıldır Gürcistan'dayım. Buraya gelmeden önce komşumuz olduğu dışında ne Gürcistan'ı bilirdim doğru düzgün ne de halkını. Ancak buraya geldikten sonra Turkiye'nin, yurdumun nasil harika bir memleket olduğu daha iyi gördüm. Gerçi İran'a gittiğim zaman da anlamıştım bunu ama orada sadece 10 gün kaldığım için şimdiki kadar net olmamıştı.

Hani Türkiye'yi İran gibi yapmak isteyenleri yada onlara özenenleri İran'a göndermek gerek! Bunu söylerken asla bir amerika ya da avrupa ülkesi gibi olalım demiyorum ve istemiyorum. Tarihin başlangıcından beri var olan bir milletin başkaları gibi olma ihtiyacı / isteği olmamalıdır. Kaldı ki; bugün amerika Osmanlı'nın günümüz modelidir.

Gelelim buradaki yaşama...Yaşı bana yakın ve benden büyük olanlar 80'li yılları hatırlarlar. O zaman ki yaşam şartlarını. İşte burası daha 80'li yılların başındaki Türkiye gibi. 92'de SSCB'den ayrılmış olmasına rağmen 2002 yılında "Rose Revulution - Gül Devrimi" ile asıl gelişim ve değişim sürecine başlamışlar. Aradaki 10 yıl boyunca pek bir ilerleme kaydedilmemiş. Şu an bile üretim nerdeyse sıfır. Herşey yurt dışından ithal ediliyor. Özelleştirmeye büyük önem veriyorlar ancak bu sadece hükümetin uygulaması ile olmuyor. İşte burada "canım ülkem ve insanı" kavramı başlıyor bizler için :)

Ülkemizde olsa ve bir müşteri gelse ona elimizde olan herşeyi satmak için çaba sarfederiz ama burada sizinle pek ilgilenmedikleri gibi, eğer dükkan kapanış saatine yakın giderseniz içeri girmeyin diye saklananlar, dükkan kepengi kapanmamış olsa bile sizi "kapandı" deyip içeri almayanlar çok. İşsizlik çok fazla, çalışanların maaşları çoğu yerde düşük ama siz çok daha iyi imkanlarla iş verseniz bile onlar çalışmamak için can atıyorlar. Bizdeki "ne iş olsa yaparım" kavramı, burada "ne iş yapacağım ve çalışma saatleri ne" oluyor :) Geçen bir bayan iş başvurusu yapmıştı ve iş bilgisi bizim için oldukça iyiydi. Fakat hanımefendiye saat 08:30'da işte olmak zor geldi. Çünkü böyle bir durumda 7'de uyanması gerekmiş!!! Bize "eğer 10'da işe başlarsam olur" dedi :)) Ne kadar komik değil mi? Saat 10!!! Aslında ona kızamıyorsunuz çünkü burada banka olsun nerdeyse tüm iş yerleri saat 10:00'da açılıyor!!!

Hele trafiğe çıkıpta sürücüleri görünce İstanbul'un trafigini özler oluyor insan. Tamam bizde çok fazla trafik ve sıkışan yol var, bunun yanında öküz sürücülerimiz de var ama burada iki gün araç kullanın aradaki farkı anlarsınız :)) Gerçi Tahran'daki trafik sanırım hiçbiryerde yoktur. Araba kaza esnasında çok zarar görmedikçe araçtan inmiyorlar bile :))

İran'da trafik!

Trafikten bahsetmişken devam edelim; araçların nerdeyse yarısında dikiz aynası yok. Olanlarda kullanılmıyor :) Araç fiyatları çok çok ucuz. Çünkü vergi en pahalı araç için 1500 USD. Başta Almanya'dan olmak üzere sıfır ve ikinci el arabaları getirmek çok ucuz. Örnek vermek gerekirse 2000 model mercedes ML jeepler 15 bin USD. Varın siz düşünün ucuzluğu. İnsanların gelir durumu bize göre çok düşük. Çok zengin olanlar var ama aynı bizdeki gibi gelir dengesizliği daha da fazla bir şekilde var. Bu durumda para biriktiren arabayı alıyor ama daha sonra ne dogru düzgün bakımı yapılıyor ne de tamir ettiriliyor. Her an kırılmış cam yerine koli bantıyla kaplanmış kapı görebilirsiniz :))

Bir tepeden Tiflis :)

Bir sabah aracıma bindim, sağ aynama baktım "aha ayna yok, çalmışlar" derken sol aynama baktım " aha bunu da çalmışlar" diyerek resmi tatli oldugu için 4 gün aynasız sürdüm arabayı :)

Herneyse Gürcü dostlarımızın tepkisini çekmemek adına daha derinlere inmiyorum ;) Peki hiç güzel birşey yok mu ? Var tabiki! Birincisi temiz bir hava ve şehirleme esnasında zarar verilmemiş yeşillikler. Olabilecek heryer yeşil. Yolda giderken uzaktan ağaçlar arasında sadece evlerin çatısını görüyorsunuz. Sanata çok değer veriyorlar. Tiyatro, bale, opera önemli. Fakat buna rağmen ülkemin ve yurdumun doğal güzelliklerinin yerini tutamaz. Sadece boğazımız bile yeter ;)

Türkiye'nin ne insan ne de doğa güzelliğinin başka hiçbir yerde olmadığına inanlardanım. Belki daha iyi sosyal haklara, daha iyi yaşam standartlarına sahip, daha iyi yönetiliyor olabilirler ama insanın yanında güvenebiliceği, bayramda ziyaret edebileceği, akşam oturmalarına gidebileceği, sırlarını paylaşabiliceği, zor anlarda sırtını dayayabileceği insanların olması gerek etrafında.

Seni özledim yurdum...toprağını, denizini, boğazını seyretmeyi bir tepeden...
Sizleri özledim, sevdiklerim...hoş sohbetlerinizi, sıcacık kuzenler birliği toplantılarımızı...
posted by ANDY at 2:21:00 PM 0 comments

Saturday, October 21, 2006

İlkokul...

Annemlerin beni anaokuluna verdikleri dönemde hep "abim gibi okula gitmek istiyorum" diye ağlar, anaokuluna hiç gitmek istemezdim. Kaç defa evin kilerinde saklandım bu yüzden :)

Yaşım küçük olduğu için ilkokula gidemezdim. Israrlarım sonucu peder bey bir katakülle (oyun - üç kağıt) yaptı ve ben daha 6 yaşıma bile basmadan ilkokula başladım. Ben ocak ayında doğduğum için okul başladığında daha 6 yaşıma basmamıştım...

Hiç devamsızlık yapmadan, geç kalmadan baştan aşağı "pekiyi" dolu bir karne ile bitirdim ilk yılı. Eee... o kadar istekliydim ki nasıl olmasın bu başarı değil mi :) Gerçi daha sonraki yıllarda oldukça zayıf olmamdan dolayı sık sık hastalanıp (özellikle 3. sınıfta) çok devamsızlık yapmadım değil :)

Photobucket - Video and Image Hosting

Faik Binal İlköğretim okulu 1985 yılı mezunuyum. Ulus'a giderken Ermeni mezarlığı yanındaydı okulumuz. O zamanlar Etiler bugün olduğu gibi meşhur bir semt olmadığı için çok fazla ev yoktu. -Mesela Akmerkezin olduğu yer toprak sahaydı. Amatör takımlar maç yaparlardı. Biz her pazar bir gece önceden dolaba koyduğumuz soğuk suları satardık orada :) Gerçi maçta su içeni, maçtan sonra bulmak biraz zor olurdu :)- Okulun bahçesinin devamında nerdeyse 3-4 futbol sahası büyüklüğünde boş bir arazi vardı. Biraz eğimliydi ama oynamak için ideal ve yeterliydi. Ders aralarında en büyük zevkimiz koşturmaktı :) Salak gibi bahçede koşturup ebelemece oynardık :)

Ersin diye bir arkadaşım vardı. Çoğu zaman O'nunla oynardım. En büyük eğlencemiz tank olmak (elleri yumruk yapıp kollarımızı önümzde birleştirince tank olurduk :)) ya da uçak olup karınca yuvalarına saldırmaktı :) Bakar mısınız gaddarlığa? Zavallı karıncılardan ne ister insan yahu!! Hayır, birde önce karıncılara çekirdek kabuğu verir, onlar bu kabukların etrafına dolaşınca saldırıya başlardık. Stratejiye bak be :) Vallahi Genel Kurmay Başkanı olacak adammışım :)

3. kişiydim okumayı çözen sınıfta. İlk Murat çözmüştü. Hala hatırlarım eve koşup yakama hocamın taktığı kırmızı kurdeleyi gösterişimi :) Fakat öğretmenimin adını hatırlamıyorum şimdi :(

Faik Binal İlköğretim okulu, Kız Meslek Lisesi'yle aynı binadaydı. Binanın büyük kısmı lise kalan ufak bölümü ise ilkokuldu. Daha sonra ilkokul başka bir binaya taşındı ve benim okuduğum bina tamamen Kız Meslek Lisesi oldu. Arkadaşlarıma "işte bu okulda okudum" bile diyemedim :) Nasıl diyecem? Bina da kocaman "Kız Meslek Lisesi" yazıyor :) Hala da ilkokulumun nereye taşındığını bilmiyorum!

Bir tane okul müdürümüz vardı, kulaklarının içi kıllı ve çok pisti :) Abim Atatürk'un resmini yapmak isterken her nasılsa bizim okul müdürüne benzeyen bir adamın resimi çıktı ortaya :) Resmi müdüre vererek baya bir sükse yapmıştık :)

Birde aynı apartmanda oturduğum Yasemin diye bir arkadaşım vardı. Annemin öğretmenlik yaptığı okul tüm gün olduğu için, ben okul sonrası rahat rahat sokağa çıkardım :) Yasemin beni ne zaman sokkata görse (ki devamlı sokaktaydım nerdeyse) ders çalışmayıp sokakta oynadığımı öğretmene söylemekle tehdit ederdi :) Bende çok takardım ya :) Uyuz olurdum ona böyle söyledikçe!

Peder bey subay olduğu için o zamanlar hep asker olma hayali kurardım. Evde, çoğu zaman yanlız kaldığım için gazeteden kendime tabanca ve taramalı tüfek (makinalı ama biz taramalı derdik, artık ne tarıyorsa :)) yapar, kurduğum ordu ile düşmanları yenerdim :) Gazeteden nasıl silah olur demeyin, birgün örnek resmiler ile anlatırım ;)

Bak ilkokul derken konu nereye geldi biran! Okuldan çok net aklımda kalan bazı olaylar:

3. sınıfta, bir arkadaşa kitabımla vurur gibi yaparken, elimi fazla kaldırdığım için bir milli bayram öncesi özenle hazırladığımız bir süslerin bir kısmını koparmam ve öğretmenden tokatı yemem :)

Hastalık nedeniyle yaklaşık 1 ay gidemediğim okula hastalık sonrası ilk gittiğim gün arkadaşlarımın tepkisini merak ederken tüm sınıfın bana sarılıp özlemlerini göstermeleri.

Bir sihibazın beni tavuk gibi gıdaklatıp popomdan yumurta çıkarması :)

Bir sene yarıyıl tatili sonrası okulun ilk haftası sonunda başlayan kar yağışı ile okulların 15 gün daha tatil oluşu :) Ne kıştı be o :) Sanırım sene 1983 idi.


posted by ANDY at 1:52:00 PM 9 comments

Thursday, October 19, 2006

Ölüm..!

Bugün 20 yaşında gencecik, hayatının baharında, elim bir trafik kazası sonucu hayatını kaybeden bir çalışanımızın cenazesine katıldım. Çok acı verici bir durum. Ancak insan başına gelmedikçe o insanların ne çektiğini bilemez, anlayamaz.

Şehirden evine giderken bindiği taksi, yağmurlu havada yolda oluşan su birikintisine girince şoför dikersiyon hakimiyeti kaybetmiş ve yol kenarında duran elektrik direğine yandan çarpmış. Maalesef çocuğun oturduğu taraftan çarptığı için çoçuk hayatını kaybetmiş. Daha 10 gün önce diktatörün odasında personel için yeni alınacak kıyafetleri manken edasında bize sunan çoçuk bugün toprağın altında artık. Allah rahmet eylesin ve kalanlara sabır versin demekten başka yapacak birşey yok.

Ne garip bir durum..! Doğuyorsunuz ve belli bir sıra olmaksızın bu dünyadan ayrılıyorsunuz. Bu yalan dünyadan...İnsan düşünüce "bugün varız yarın yokuz" diye; o zaman neden bu hırs, bu mücadele, bu birbirimiz kırmalar. Sonuçta hepimiz o toprağın altında aynı yere gideceğiz. Ama yaşamın bunlarla alakası yok. O eskiden beri süre geldiği gibi bizi bir rüzgarın ucunda dağılan toprak parçaları gibi bölmeye devam ediyor. Biz bir araya gelmeye çalıştıkça sanki şiddeti daha artıyor yaşam rüzgarının...

Nerdeyse 18 yıl oldu canım annemi kaybedeli. Dile kolay 18 yıl. Nerdeyse bugün cenazesini defnettiğimiz çoçuğun yaşam süresi...Gencecik yaşta aramızdan ayrıldı canım annem. Ben ve abimi en iyi şekilde yetiştirmek, bizim hiçbir zaman hiçbir konuda eksiklik hissetmemizi sağlamak uğruna kendini feda etti...Yaşam O'nun için çok daha acımasızdı :( Annemi daha başka bir yazıda anlatmak istiyorum. O yüzden şimdi fazla ayrıntıya girmeyeceğim.

Size birazda buradaki (Gürcistan- Gürcüler Hristiyanlığın Ortodoks mezhebinden) cenazeleri anlatmak istiyorum. Zira bizlerin cenaze olgusundan farklı Ortodokslarınki. Bir defa ölen kişi yaklaşık 4-5 gün sonra defnediliyor. Bu sıra içinde ceset bozulmasın diye ölünün kanı çekilip yerine botoks enjekte ediyorlar. Merhum bu 4-5 günlük süre içinde evin salonunda tabutta yatıyor. Yani siz merhumla o kadar süre aynı evde kalıp defnedilinceye kadar üstü açık olan tabutta onu görüyorsunuz. Aynı zamanda makyajda yapılıyor merhuma. Cenaze günü evden üstü açık bir tabutla önce kilisiye taşınıyor sonra da mezarlığa. Bir başka değişik olay ise ölülerini tabut içinde gömmeleri. Daha ilginci ise cenaze sonrası topluca içki içilmesi. Anlıyorum şarap onlar için kutsal bir içki ama duyduğuma göre bir süre sonra sapıtmalar oluyormuş içkinin tesiriyle...Bu da onların geleneği işte.
posted by ANDY at 4:23:00 PM 0 comments

Tuesday, October 17, 2006

Fransa - Boykot - Dış Politika

Dün yumurcak'ın blogunda okuyunca karar verdim bu konuda birşeyler yazmaya. Aslında yumurcak olaya çok doğru bir pencereden bakmış. Boykot iki üç ürünü almamakla olmaz. Boykot ülkenin her kurum ve kuruluşu ile olmalı. Hatta Fransa yasayı kanunlaştırmasa dahi yapılmalı. Çünkü bu olaylar onlar için artık politik bir görüş olmuştur. Her sene yabancı ülke meclisleri kendi iç sorunlarıymış gibi Ermeni meselesini tartışıyorlar. Biz ise sadece "kınama notu" ve meclisteki partilerin grup toplantılarında yalandan nutukları ile yetiniyoruz. Bu böyle devam ederse biz daha çokkkk boykotlar yapmak durumunda kalırız!

Ben esasında bugün eskiye gideceğim. 1945'lere kadar uzanan bir süreçte kendi fikirlerimi anlatacağım. Atatürk'ün bıkartığı borçsuz ve hızla kalkınan, deyim yerindeyse tamamen kendi yağıyla kavrulan bir ülke temellerinin nasıl bugunlerde IMF vb. desteklerle ayakta kalmaya çalıştığını...

Daha önce de yazmıştım. Atatürk 19 yy.'da 20. yy eğitimi almış olmasına rağmen ülkeyi bıraktığı idareciler 19. yy eğitimi aldıkları için; ne Atatürk'ü ne de onun fikirlerini anlayamışlar ve O'nun uygulamak istediklerini devam ettirememişlerdir.

Neden ise çok basit. Seçimi kazanmak isteği ve batıya olan özenti. Türkçe okunan ezan sırf seçim sırasında belli bir zümreye hoş görünmek ve onların oylarını almak için arapça okunmaya başlanmıştır.

Atatürk'ün başlattığı kalkınma planları çerçevesinde inşa edilen pek çok fabrika varken, biz uçak fabrikasını yabancıların sözlerine kanarak kapatmışız. Demiryolları bazı sanayicilerin işleri aksamasın diye arka plana itilmiş ve bugün bütün gelişmiş ülkelerde önemli rol oynayan demiryolu taşımacılığı bizde 1950'den ititbaren hiç gelişmemiş. Bu arada biz sağ dikiz aynası bile olmayan ve her sene sadece birkaç ufak değişiklik yapılarak sunulmuş araçlara mahkum edilmişiz!!!

Sonuç ise bugün ortada. Yukarıda sadece 2-3 örnek verdim. Bunlar bile bizim bugün neden dışa bağımlı olduğumuzu ortaya koyuyor. Birisi çok güzel bir söz söylemişti. "Amerika'nın % 10'u akıllıdır ve ülkeyi onlar yönetir. Türkiye'nin % 90'ı akıllı ama onlar kalan % 10'luk kısım tarafında yönetliyor."

Ben ilkokuldayken hayat bilgisi dersinde Türkiye için "Kendi kendine yeten yedi ülkeden biri" diye yazardı. Biz de kendi aramızda, ülkemizin ne kadar güçlü olduğunu konuşur gururlanırdık. Maalesef artık bu olgunun yerinde yeller esiyor. Ülkemizde yetişen her türlü meyva ve sebze yurt dışından geliyor ve biz bunları alıyoruz. Burada suç bu malları ithal eden değil, bu malların ülke içinde yetişenlerden daha ucuz olmasına çanak tutanlarda. Konunun uzmanı olmadığı halde önemli mevkilere gelen iş bilmezlerde.

Bu tepki her gece saat 21:00'de ışıkları söndürmekle, onun bunun mallarını almamakla olmaz. Bizlerin daha bilinçli sekilde hareket edip, sandıkta göstermemiz lazım tepkimizi demek istiyorum ama bakıyorum da maalesef kime oy vereceğiz, işte onu; hiç ama hiç bilmiyorum.

Sanırım bu ülke insanlarının hep birlikte hareket etmeleri için bize gene bir savas lazım :(


posted by ANDY at 12:02:00 PM 0 comments

Monday, October 16, 2006

Ramazan

Sizi bilmem ama bu seneki ramazan cok çabuk geçti. Daha dün başladık sanki oruç tutmaya ama baksanıza haftaya bugün bayram.

İnsan özlüyor yaş geçtikçe eski ramazanları. Zamandan mı, gelişen toknolijiden mi yoksa gelen yeni nesillerin umursamaz tavırlarından mı bilinmez eski ramazanların eski tadı yok artık. Hele birde yurt dışında hiç birşey anlamıyorsunuz ramazandan :( Bu ikinci ramazanım yurt dışında ve gene birşey anlamadım.

Nerde o; fırın sırasında beklemeler ve fırıncıya pidenin üstüne sürmesi için yumurta götürmeler...Sofra başında okunacak ezanı topluca bekleyip, televizyonda okunan sofra duasına hep beraber amin demeler...İftar sofrasını muteakiben tatlı ve çay ile başlayan hoş sohbetler...Bu sene iftar saatinde "Çağrı" filmi de oynamadı zaten :( Insan her geçen sene daha fazla özler oluyor bunları. Yaşlandık mı ne :)

Sağolsun canım palyancom her aksam harika iftar sofraları kurdu bana. Bazen de diktator, cadı, hulk (Cadının eşi- yeşil t-shirtünü giyince o yeşil deve benziyor diye bu ismi taktık ona)
beraber acık iftarı. Fakat o eski tadlar nedense yok artık.

Bir ramazan daha koşturmaca, iş -güç telaşı içinde ne zaman geldiğini anlamadan bitmek üzere. Haftaya bayram ama ben son 10 senedir oldugu gibi yine çalışıyor olacağım. Aslına bakarsanız bayramda çalışmak hoşuma gidiyor. Çünkü bayramların da eski tadı kalmadı...

Şimdiden herkesin "KADIR GECESİ MUBAREK OLSUN" ve "HAYIRLI BAYRAMLAR"
posted by ANDY at 12:28:00 PM 0 comments

Saturday, October 14, 2006

Neden Andy?

Bu isim ilk olarak Cadı'nın blogunda benden Andy diye bahsetmesi ile başladı. Bu ismi verme nedeni ise aynı çizgi film karakteri gibi insanlara sürekli şaka yapmammış.

Aslında düşününce pek de haksız sayılmaz. Çünkü gerçekten bazen aklım sırf bu tür şakalar için çalışıyor :) Aşağıda bazı örnekler var. Buyurun beraber okuyalım. Ancak şakaların bazıları anonim olsa da bazılarının isim hakkı bendedir, izinsiz denemeyin :p

Ayakkabı boyacısı : Müdür bir arkadaş havalimaninda ayakkabısını boyatırken, boyacıyı yanıma çağırdım ve "onun sadece tek ayakkabısını boya sonra da senin paran ancak buna yeter de, yandaki müşteriye geç" dedim. Boyacı her ikimizide tanıdığı için olayın bir şaka olduğunu anladı ve helal olsun rolünü çok iyi yaptı :) Arkadaş etrafa neşeli neşeli bakarken boyacının "senin paran ancak buna yeter" deyip yandaki müşteriye geçmesi ile yüzündeoluşan ifade görülmeye değerdi :) Açık kalmış bir ağızla etrafa boş boş ama yavaş yavaş sinirlenen bir yüz ifadesi ile bakakaldı :) Hatta yandaki müşteri bile şaşkın şaşkın arkadaşa bakıyordu :) Hemen ortaya çıktım da, boyacı çocuk bizim köfte parmağın azabından kurtuldu :)

Mail yollama: Aslinda olay birbirimizin cep telefonundan belli bir arkadaş çevresine (ayni is yerinde çalışan arkadaş çevresi) sms atmayla başladı. Tabi bu mesajlar hiç masum mesajlar degildi :) Sonunda ben ve yukarida bahsi geçen köfte parmak aramızda anlaşma yaptık. Çünkü ne zaman iki dakika boş bıraksak hemen telefonlar ele geçirilipip hızlı bir şekilde sms atılıyordu diğer arkadaşlara :) Anlaşmaya rağmen köfte parmak benim ona güvenip telefonumu bırakmamdan istifade edip sağa sola atmış mesajları :) Ee....bunun bir geri dönüşü olmalı degil mi? O zamanlar internette hack olayı ile ilgili haberleri takip ederken bu sevgili arkadaşın mail hesabını hacklemek geldi aklıma :) Fakat sağolsun o kadar kolay bir şifre değiştirme sorusu sormuş ki; ben de yeni bir şifre aldım onun adına ve onun mail adresinden bizim diger grup üyelerine güzel bir mail attım :) Meğer bizim köfte parmak kırıkmış, başka arzuları varmış ama bunu bize söyliyemiyormus :) Hayat kısa olduğu için artık dayancak gücü kalmamış ve bize herşeyi açıklamak istemiş :) Bize ne zaman "napıyorsun" dese (bu soruyu hep sorardı) , canı bizi istedigi anlamına gelecekmiş :) Ertesi gün köfte parmak işe gelip kime; "napıyorsun" dese; "şimdi olmaz, sonra gel" cevabını almış ve olayı öğrenene kadar dad bir anlam verememiş :) Olayı öğrenince hem kızdı hem de güldü. Biraz ağır mı oldu ne :) Ama o günden sonra mail hesaplarını, acilen odadan cıkarken kapatmayı unutan arkadaşlar da aynı gazaba uğradılar :) Yok hep ben yazmadım ;)

Bu konuda en fazla Kurt magdur oldu. Hep romantik ve derin duygular taşıyan mailler onun hesabından geldi :) Hatta bir defasında Kurt'un cep telefonundan kendime ve bir arkadaşa sms atarken başına 532 yazmayı unuttum. Kurt'unki 533'lü olduğu için mesaj benim numaramla aynı ama kodu 533 olan birisine gitti. Pazar günü sabahın köründe doğu şiveli birisi arayıp Kurt'a başlamış bağırmaya. Kurt baştan ben sanmış zira arayan kişi olarak ben görünüyormuşum. (Tamam numara aynı ama kodlar farklı nasıl oluyor bu iş?) Herneyse Kurt'un aklına benim mesaj olayı gelince, adama durumu anlatmaya çalışmış ve adamdan gelen cevap "siz birbirinizi mi beceriyorsunuz". Koptuk bu olayı duyunca :)

Lisede: Okul yıllarında kopya çekmeyen öğrenci nerdeyse yoktur. Ya da arkadaşına yardım eden. Ee... tabi bizde de oluyordu :) Sınav esnasında kopya çekmeyen kim varsa o kopya çekmekle itham edilirdi :) Ama daha eğlenceli olan, hoca kitaptan birşeyler anlatırken, dersle alakası olmayan bir arkadaşımızı kaldırdığı zaman biz kitaptan konu ile bağlantısı olmayan başka bir yeri okuması için işaret ederdik :))

Bazen de arkada oturup dersi dinlemeyen ve eğilip konuşanları teşhir için ön sıradan itibaren herkes sıranın iki ucuna açılabildiği kadar açılır ve gizlice konuşan arkadaşlar dımdızlak ortada kalırlardı :))

Lise hazırlık sınıfında Sariyerli bir arkadaşımız vardı. Biraz saftı. İngilizce konuşma dersinde hoca bu arkadaşı kaldırdı ve kitapta, kitap okuyan kadını göstererek "What is she doing?" dedi. Sarıyerli biran duraksayınca benim ona fısıldadığım "She is washing machine" cümlesini aynen söyledi :)) Hocanın cevabı ise "Yes it is a pencil" oldu :))

En unutmadığım olaylardan biri ise soğuk bir kış günü "Sıfırcı Pakize"nin dişçiden geldiği için ders yapmadığı bir gün, dersin son anlarında Arap'ın iğrenc kokulu yellenmesini ben yapmışım gibi "andy haywansın, derste de yapılmazki" diyerek beni yerin dibine sokmasıydı :))

posted by ANDY at 1:17:00 PM 1 comments

Friday, October 13, 2006

Side - Dikili

Üniversitenin birinci sınıf sonunda staj yapmam gerekiyordu. Evil ve ben güneyde tarzımızdan ödün vermeden çalışacak otel arıyorduk. Haywan Adamın ablası zamanında Fethiye'de tur rehberliği yaptığı için pek çok otel müdürünü tanıyordu. Evil'a ne zaman “Staj ne olacak” desem oturduğu sandelyeye yayılarak "haywan adamın ablası halledecek" derdi. Aslında yalan değil halletti ama dedim ya biz tarzdan ödün vermeyecektik ;)

Tarz: Rock tarzi tabiki. Uzun saç ve küpe :) Gençlik işte. İnsan her zaman öyle giyinip, saç uzatamaz. Ama gel gör ki; o zamanlar nerdeyse tüm aile tarafından eleştirilmiştim. Ne değişti saçlarım uzunken ya da kısayken? Ben gene aynı benim.

Nerde kalmıştım; Evet staj diyordum. O yaz Bodrum'da bir otel ile görüştük. Otel müdürü bizi arayacağını söyledi ama aramadı :) Liseden evil ve benimle ayni sınıfta okuyan Arap -kendisi lise boyunca sıra arkadaşım olmuştur. Çok güzel ve zor günler geçirdim O'nunla. En son New York'ta buldum izini. Maillestik ama bir daha cevap alamadım :(- Hadigari'de çalışıyordu. 19 Mayıs haftası orada kalıp Hadigari'de onunla çalıştım 4 gün. Hem masraflarım çıktı hem de bedava eğlendim :) Hadigari'nin müdürü staj için oraya çağırdı ama Evil'a verilmiş sözüm vardı. Evil'la geçecekti staj dönemim.

Sonunda Fethiye'ye gittik okulun kapanması ile beraber. Haywan Adam'ın evinde kalan çok sayıda akrabası olduğu için bize yer yoktu haliyle. Bizde de pansiyona bile verecek para olmadığı ve rock felsefesi ışığında -birşeyi belirtmek isterim. Akliniza pis görünümlü, kirli rock'çular gelmesin. Her zaman temizdim ve temiz giyidim :)- parkta yatmaya başladık. Gündüz haywan adamın dükkanda gece ise önce o car cemetery (rock bar) sonra da boş Fethiye yollarında dolaşıp parklarda yatıştık :) Haywan adam, evi olmasına rağmen bizi hiç yanlız bırakmadı. Gerçek dost böyle olur. İlk ya da ikinci gün Letonya tatil köyüne gittik. O sene Antalya'da iki yer bombalandığı için her yerde güvenlik üst düzeydeydi. Girişte kime geldiğini söylüyorsunuz. Otelde kalan birilerine geldiyseniz onları arayıp teyid ediyorlar doğruluğunu. Biz nedense orada kalan birisine gelmiş gibi girdik içeri. Haywan Adamın ablası kendi adını verdi, orada kalan tanıdıklarına. Biz içeride yiyecek içecek müdürü ya da genel müdür ile konuşmayı beklerken karşımıza otel güvenlik müdürü çıktı. Bize kimlik falan sordu. Bizimde ters cevaplarmız karşılığında bizi otelden atmak istedi! Genel Müdürün bizi beklediğini söylediğimiz zaman telaşlandı ve bizi kapı dışarı etti! Herneyse ben ve Evil sinir olduk ama kös kös haywan adamın dükkana döndük. Durumu anlattık. O da ablasına iletti olanları. Biz birazdan olacaklardan habersiz dükkanda otururken, Haywan adamın eniştesi içeri girdi ve aynı anda içerisini iğrenç bir koku sardı.

Eniştesi: “Çoçuklar otelin genel müdürünün eşi burada” derken koşarak klimayı açması ve kadının içeri girip suratının ekşimesi bir oldu. Biz rezil-ü rüsva olduk bu arada :) Sağolsun kadın hiç bozuntuya vermedi. Bizi otelde çalışmaya çağırdı ama bu olaydan sonra orada huzurlu bir çalışma ortamı olmayacağını düşündüğümüz için istemedik. Tabi tarzdan da ödün vermemek cabası!

Ben size haywan adamın acıyı çok sevdiğini, sabah akşam acı biber turşusu yediğini ve suyunu içtiğini söylememiştim. Fethiye’de sadece onun evinin foseptiği her hafta tıkanıyordu :) Aradan geçen birkaç yıldan sonra haywan adamın annesi o günü anlatıp haywan adama kızarken ben gülüyordum. Fakat Evil ve Haywan adam daha fazla gülüyorlardı. Meğerse, eniştesi olayı aileye anlatınca Haywan Adam bizim gaz kaçırdığımızı söylemiş :) Yuh yani! Bu kadar da rezil edilmezki bir insan. Hem de yalan bir suçlama ile :)

Ertesi sabah saat 07:00’de ölüdenize gittik. İki gündür nerdeyse hiç uyumamıştık. Sabah biz gittiğimizde Belcekız’da kimse yoktu. Biz yorgunluktan sahilde uyuya kalmışız. Uyandığımızda heryer insan kaynıyordu. Ortalarında elbiseleriyle uyuyan 3 tip :) Hemen ortama ayak uydurup, gün boyu Fethiye denizinden faydalandık ama akşam eve dönüşte ben istakoz gibi kızarmıştım :) Robot gibi yürüyordum :) Haywan adam ise artislik yapacam derken kafasında unuttuğu bandananın kurbanı olmuştu. Artık güneşten oluşmuş bir bandanası vardı :)


O gece haywan adamın eniştesinin evinde gece 1:30’da kalkacak Antalya otobüsünü beklerken ve birbirimize “uyuma” derken uyuduk :) Side’de Evil mahalleden tanıdığı birisiyle konuştu ve müdürü olduğu 2 yıldızlı bir tatil köyünde bizim staj yapmamızı sağlayacağını söylediği için Antalya’ya gidecektik. Saat 1:25’te uyandık. Hemen taksiye bindik ama otobüsü kaçırdık. Cebimizde sadece 80.000 lira kalmıştı.

Sabah saat 04:00’te Bodrum’dan gelecek olan otobüsün muavinine fiyat sorunca, bize kişi başı 70.000 lira dedi Oysa biz bileti 50 binden almıştık. Adam “tamam 50 bine gelin” dedi . Biz daha yüzsüzleşip bizde 40’ar bin var dedik ve otobüse binmeyi başardık :)

Çif katlı otobüsün alt kat kapı önündeki koltuğa ben (1,88cm) ve Evil (1,94 cm) oturduk :) Aslında oturmadık, sığıştık ve katlandık :) Antalya’ya vardığımızda cebimizde beş kuruş yoktu. Ailelerimizden para isteyebildik son kalan ufak jetonumuzla :) Sonrasında 5 otostop ve Side, Bingeşik Mevkii’ndeki tatil köyüne geldik. Adam bizi buyur etti ve biraz dinlenin dedi. Saat tam 13:00’te yatıp gene tam13:00’te uyandık. Tek fark aradan 24 saat geçmiş olmasıydı :) O kadar yorgunluk anlayın :)

Sonuç? Ne olacak koca bir sıfır. Bombalamalardan sonra Tatil Köyünde 20 misafir ve 20 garson vardı :) Görün Türk turizmciler hizmette nasıl sınır tanımıyor :) Biz 20 gün sonra gelip iş başı yapmak için ayrıldık. Antalya’nın bir ucundan diğer ucuna yürüyüp, minibüsle gene Fethiye’ye döndük ama yol boyunca bize “buradan geçen minibüs’e binin, 3 saatte Fethiye’de olursunuz” diyen ve bizim sahilden giden minibüsele 6 saatte Fethiye’ye gitmemize vesile olan şahsı çok ama çok andık :)

20 gün sonra tekrar gittiğimizde otelin durumu eskisinden farkısızdı. Staj kağıtlarımızı onaylatıp ayrıldık oradan. Gerçi Evil daha sonra o tatil köyüne gitti. Tek başına bir süre çalıştı ama benim gazımla ailesinden habersiz Istanbul’a dönüp bizde kalmaya başladı. Hergün ailesini arayıp (Bizim evden) havanın sıcak olduğunu , çalıştığını söylüyordu. Ama..Ama birgün babası “hadi leyn yalan söyleme biz öğrendik otelden çıkmışsın, söyle nerdesin?” demesi ile herşey karıştı :) Meğer kuzeni çalıştığı tatil köyüne gitmiş Evil’i görmeye. Oradan söylemişler ayrıldğını işten ve kuzen de hemen yetiştirmiş ailesine :) Hala aklıma geldikçe Evil’in o an ki yüzü çok gülerim :)

O yaz nerdeyse bütün güney sahilini gezdim. Marmaris’te abimle Çubucak’ta –başka bir yazımda sizlere Çubucak’ı anlatacağım- kaldım. Dikili’ye arkadaşlarımı görmeye gittim. Antalya – Fethiye arasını sahilden gittim.

Biz çalışmak için yola çıktık ama eniştemin başka bir özlü sözünde anlattığını yaptık :)

“Gör popom yolları iç soğuk suları”
posted by ANDY at 9:45:00 AM 3 comments

Tuesday, October 10, 2006

Motorsiklet Maceram :)

Sene 1995 yazı. Marmaris'in en büyük otellerinden birinde çalışıyordum. Üniversitede tanıştığım ve halen çok yakın arkadaşım olan Haywan Adam'da Fethiye'de kendine ait dukkanda çalışıyordu. Ben her fırsatta kendisinin yanına giderdim haftasonları. Hatta bir dönem hem lise de hem üniversitede aynı sınıfta olan Evil da benimle aynı iş yerinde çalışıyordu. O zaman en büyük isteklerimizden birisi motor kiralayıp Fethiye'ye haywan adamın yanına gitmekti ama Evil işten ayrılınca bu hevesimiz suya düştü.

Her nedense bende ki su çok sığ olacak gene düştüm bu hevese. Bir arkadaşın motorunu aldım ve basketbol maçı yüzünden 17:00'de çıkacağım yola 19:00'da hava kararmaya başladığı zaman çıkmak durumunda kalmıştım. Bu arada motor deyince aklınıza öyle büyük birşey gelmesin. Şimdiki gibi pek çok motor markası yoktu o zamanlar. Sadece Honda Kinetic vardı. Motoru şişer, direksiyon kitlenir vb... İşte ben boyle bir motorla Marmaris'ten 180 km'lik yola çıktım. Zaten daha dört yol ağzına (Muğla, Gökova, Köyceğiz ayrımı) gelmeden hava karardı. Biraz hızlanınca motor sallanmaya başladığı ve yukarıda saydığım teknik problemler olur diye fazla hızlanmıyordum. Yol boyunca yüzüme ve gözlüğüme bir sürü sinek, böcek vb.ç yapıştı. Siz siz olun yazlık yerlerde kasksız bimeyin motora :)

Göcek geçidinden geçerken yol boyunca bana yardımcı olan yok çizgileri kayboldu. Birde bu eski motorda gazı kestinmi farlar sönüyordu. Hava kararmış yolu görmüyorum, gaza da basmıyorum. Yani ayı gelse beni ponçiklese kimsenin haberi olmayacak dağ başında :) Oradan geçtim bu seferde 2 km'lik mıcır bir yolla karşılaştım :( Yavaş yavaş indiktan sonra nihayet vardım Fethiye'ye. Midibüslerle 3 saat süren yol, motorla 5 saat sürmüştü. Motordan bir inişim var, sanırsınızki Harley'den iniyorum :)) Zaten haywan adam da beni görünce kahkahayı bastı :))


Image Hosted by ImageShack.us


İki güzel gün sonunda pazar günü dönüş vakti gelince benim içimi bir sıkıntı aldı ve geç çıkacağım dönüş yoluna saat 22:00'de çıkma kararı aldım. Motor arkadaşımın olmasa bırakcam orada. O derece yol gözümde büyüdü. Tam Fethiye çıkışında polis durdurdu. Ruhsat var ama ehliyet yok :) Memura durumu anlattım. Allahtan adam anlayışlı çıktı ve bana motorun yakıştığını söyleyip (!) gönderdi. Yurdum polisi 54 promille ehliyetime 6 ay el koyarken, ehliyetsiz, motorla 180 km yola gitmeme izin verdi :)) Benim için yolda en zor kısım geliş yolunda çok zorlandığım Göcek geçidiydi. Göcek'e indim ve haywan adamı arayıp durumu bildirdim. Yolun geri kalanı düzdü. Tabi bu benim düşüncemdi! Hafif yokuş olan yoldan inerken motorun arkası sağa sola atmaya başladı. Lastik patlamıştı!

İşte alaca karanlık kuşağı böyle başladı :) Şuan güldüğüm bu olay o an hiç komik gelmiyordu...100 metre ileride bir köy kahvesine kadar ittim motoru ve köylülerin yardımı ile lastiği değiştirdik. İstepne gözüme pek sağlam gelmedi ama köylüler 4-5 km ileride bir benzin istasyonu olduğunu, oraya kadar istepne lastiğin beni idare edeceğini söylediler. Nerdeeee...! 100 mt gitmeden o lastikte indi. Meğer o lastik yarıkmış, tamir edilmemiş :) Yapacak birşey yok. Gecenin bir yarısı motoru ittirmeye başladım. 4-5 km hem de :)) Gözünüzde canlandırın; yolun kenarında motorla koşan bir adam :)) Motor ağır olduğu için ittirmek zor oluyordu, bu nedenle gaza basip yanında koşuyordum :)) O yol bitmedi bir türlü...Sonunda benzin istasyonunu görünce içimi kaplayan mutluluk, uzaktan gelen ve gitgide yakaşıp, sayısı artan havlama sesleri ile yerini yusuf yusuf küdamlarına bıraktı :)) Köpekler yolun karşısında havlıyor, benim kaba etim yıldızlara çarpıyordu korkudan :)) Sağsalim benzin istasyonuna vardım. Lastiği tamir eden çoçuğun bir elinde 6. parmağı vardı (alaca karanlık kuşağının bir oyunu olsa gerek bu). Saat 2 gibi benzin istasyonundan yola çıktım. Fakat gerek lastiğin patlama korkusu, gerekse yorgunluktan reflekslerim iyice yavaşlamıştı. Daha fazla risk almamak için köyceğiz garajına girdim ve 2 saat uyudum, hem de bankın üstünde :)) Rezilliğe bak :))

Saat 08:00 gibi Marmaris'e vardım. Tam 10 saat sonra otele varmanın sevinci ile işe başladım ama bu macera unutulmaz bir anı olarak kaldı... :)

Tanımlamalar:

Haywan Adam : O'nunla ilk tanıştığımda pek sevmemiştim kendisini ama zamanla tanıdıkça gerçek bir dost olduğunu anladım. Her buluştuğumuzda tokalışırken bize birşey derdi. Ben bunu başlangıçta "by one" diye anlar ama bir anlam veremezdim. Ne alaka "by one". Hayır soracam bu sefer dalga geçecekler diye soramıyorum. Sonunda birgün cok dikkatli dinlediğimde "hayvan naber" dediğini anladım. Zaten o günden sonra kampuste bir "Haywan naber?" modası başladı, 9 Eylül Üniversitesi Buca kampusunde :) Hatta bir defasında kantine girerken "haywan" diye bağırdığımda nerdeyse herkes bana bakmıştı da "ne kadar haywan varmış yahu burada" diye düşünmüştüm :))

Evil: Lise hazırlık ve birinci sınıfta iken çok sesiz dururken birden bire metal müzik ile başkalaşım geçiren dostuma, death metal dinlediği yıllarda takılan lakap. Kendisi ile hem lisede hem de üniversitede aynı sınıftaydık.
posted by ANDY at 5:49:00 PM 3 comments

Monday, October 09, 2006

Sözleri Yanlış Aktarma!

Duyduğum ya da bana anlatılan sözleri başkalarına aktarırken değiştirmeden anlatmaya çok özen gösteririm. Çünkü laf başka anlamlara gidebilir ve insanların başkalarını yanlış anlamasına sebep olabilir. Ve en önemlisi başkalarının anlatıklarını / söylediklerini kendine mal edenlere çok kızıyorum. Sanırım bu konuda oldukça dürüstüm :) Bu dürüstlüğüm nedeniyle hiçbirşey kaybetmedim. Aksine çok huzur duydum :)

Bu konu da nerden geldi aklına derseniz; size "benim çalışıtığım gibi büyük firmalarda çalışanlara sorun" derim ;) Dedikodu, lafların ilk ağızdan çıktıktan sonra son duyana gidene kadar nasıl değiştiğine şahit olduklarını söyleyeceklerdir. Ne maaş zamları dolaşmıştır daha yönetim karar vermeden. Kimler işten atılmıştır, kimlerin görevi değişmiştir anlatamam :) Bazen arkadaşlarıma şaka olsun diye söylediğim yalanların bana o kadar gerçekçi dönüşü oldu ki; kendi söylediğimi bilmesem inanacaktım nerdeyse! :) Hayır, bunu bana söyleyen "çok emin kaynaklardan duydum" demez mi! Herkesin kaynağı çok emin zaten :) Böyle durumlar için eniştemin çok güzel bir lafı var :

"Osur osur ipe diz" :))

Image Hosted by ImageShack.us

Aşağıda yazan ve benim ilk askerde duyduğum hikayeyi bu yüzden ekledim yazıma:

Albay, binbaşıya: -Yarın güneş tutulacak. Bu her zaman görülen bir şey değildir. Erleri talim elbiseleri ile talim meydanına getirin de olayı görsünler. Ben de orada bulunup kendilerine gerekli bilgiyi vereceğim. Şayet yağmur yağarsa, tabii bir şey göremeyiz. O zaman erleri, üstü kapalı talimgaha götürürsün.

Binbaşı, yüzbaşıya: -Albayın emri ile yarın sabah saat dokuzda güneş tutulacak. Bu her zaman görülen bir olay değildir. Şayet hava kapalı olursa bir şey görülemeyecektir. Bu durumda tutulma, kapalı talimgahta gerekli talim elbisesiyle yapılacaktır.

Yüzbaşı, teğmene: -Albayın emri ile yarın sabah dokuzda talim elbisesi ile güneş tutulmasının açılış merasimi yapılacaktır. Şayet yağmur yağarsa ki bu durum pek görülen bir olay değildir, Albay kapalı talimgahta gerekli bilgiyi verecektir.

Teğmen, başçavuşa: -Yarın sabah dokuzda hava güzel olursa, talim kıyafeti ile albay tutulacak. Kapalı talimgahta yağmur yağarsa, alayın meydanında manevra yapılacak. Çünkü bu her zaman görülen bir olay değildir.

Basçavuş, askere: -Yarın sabah saat dokuzda kapalı talimgahta Albayı tutacağız. Sabah hepiniz talim teçhizat ile hazır olun.

Askerler kendi aralarında: -Yarın sabah bizim başçavus Albayı tutuklayacakmış. :))
posted by ANDY at 4:51:00 PM 0 comments

Sunday, October 08, 2006

Sahur ve Tabu :)

Uzun zamandir isteyipte, yapamadığımız, akşam toplanıp sahura kadar oturma planını sonunda dün gece gerçekleştirdik. Tabu mu, okey mi yoksa monopoly mi derken, en sonunda tabuda karar kıldık. Tarih yine bir erkek - bayan çekişmesine sahne oldu ;) Oyun içinde sevgili bayanları kızdırmamız sonucu geceyi salonda koltuk üstünde geçirme tehlikesi ile karşı karşıya bile kaldık :) Görün ne zor şartlarda kazandık :p Bize "ya biz bunlarla nasil evlendik" diyen Cadı'ya nikah masasında nasıl "EVET" diye bağırdıklarını hatırlattım :)) Diktatörün eşi bir gece önce Türkiye'den sabaha karşı geldiği için ve aynı zamanda bizler için (uzun zamandır) alışık bir durum olmayan sabahlama olayında tabu bitimiyle ve sahur yemeği hazırlığı aşamasında koltuklara yığılmalar da oldu :) Çok hoşuma gitti dostlarla sabahlamak ve sahur yapmak. Gerçi canım karıcım palyonco her gece beni sahura kaldırıyor ama dedim ya akraba ve dostlarla yapılan sahur başka oluyor. Sonuçta sahur yemeği de yenildi ve saat 5'e doğru evlere gidildi.

Özlemişim böyle sabahlamaları. Merkezi ısıtma sistemi olan apartmanlarda oturanlar bilirler; gece bir saatten sonra ısıtma sistemi kapatılır ve ev hafiften soğumaya başlar. Zamanla daha çok üşünülür ve sonunda yataklara girilip uyunulur...Çok severim önce üşüyüp sonra yorganın altına girmeyi :) Küçükken soğuk havalarda odamın camını açar, üstümdeki yorganı da kalorifer üstüne koyardım. İyice üşüdükten sonra camı kapatıp sıcacık yorganın altına girer mışıl mışıl uyurdum :)

Aynı zamanda soğuk kış günlerinde akşam eve yürürken üşümeyi ve sıcacık evime girip oturmayı, tv izlemeyi çok severim. Casino'da 2 sene boyunca hep gece çalıştım. Nasıl imrenerek bakardım ben işe giderken, evine giden insanlara :( Sabah olunca da bu sefer onlar işe giderken ben eve uyumaya gidiyorum diye de sevinirdim :) Gerçi gündüz istediğiniz kadar uyuyun insan metabolizması gereği gece uykunuz gelir ve hiç uyumamış gibi hissedersiniz. Tiflis'e gelene kadar son 6 yılımda da vardiyalı çalıştığım için her 4 günde bir imrenerek baktım gece evine gidenlere...
posted by ANDY at 1:48:00 PM 0 comments

Friday, October 06, 2006

Georgia vs. Russia

Son günlerde haberlerde sık sık izlemişsinizdir Gürcistan ile Rusya arasindaki krizi. Eskiden televizyonda bu bölgedeki olayları dinler ama pek tınlamazdık. Ancak olayın merkezinde yaşayınca insan herşeyle ilgileniyor. Fakat gerçek şu ki; ilk günlerde abartılan kadar bir gerginlik olmadı. En azından Gürcistan'da olmadı. Hiçbir yerde Rusya alehtarı gösteri ya da bayrak yakma olayi gerçekleşmedi mesela...Şu an için tüm kozlar Rusya'nin elinde ve Rusya Gürcistan ile her türlü (kara, hava, deniz, demiryolu, posta) iletişimini belirsiz bir süre için kesti. Gürcistan ilk günkü sert çıkışından sonra beklenmedik şekilde 180 derece dönerek bizi şaşırttı. Bugün Gürcistan'dan gidecek olan Ruslara şarap hediye edilecekmiş(!) Sonuç: Rusya iletişimi açınca hersey daha iyi olacak.

Buna benzer bir olay Türkiye'de olsa tepkimiz nasil olurdu? Nasil birleşirdi normal zamanda bir araya gelmeyen milyonlar? Bütün çekişmeler son bulur ve ülke olarak dimdik dururduk bize böyle davranan ülkenin karşısında.

Tarih boyunca nerdeyse tüm dünyaya kök söktürmüş bir ülkenin evladi olmak benim için gurur verici. Siz bakmayın Avrupa'nin sahte birlikteliğine. İçlerine girince görüyorsunuz nasil saygısızlar birbirlerine karşı. Bir defasında Munih'te Sivil Havacılıktaki gelişimleri anlatan bir konferansa katılmıştım. Avrupa'nın değişik ülkelerinden gelen pek çok havaalanı işleticisinin müdürleri vardi. Herkes birbirine hava atmak ya da karşısındakini dinlemeyerek "önemsememek" gösterisi sundu. Bize çağdaşlık, modernlik, insanlık öğretmeye çalışan AB ülkelerinin havalimanılarını yöneten üst düzey yöneticilerdi bunlar.

Biz hala onların peşinden koşalım...Hala onlara hayranlık duyalım...En ufak bir olayı büyütüp "burası Türkiye, burada bunlar normal" demeye devam edelim ki adamların ekmeğine yağ sürelim.

Fransa'da okullarda Fransız devrimini başlatan söz olarak bize öğretilen "ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler" sözünün hiç öğretilmediğini ve hatta bu cümlenin esamesinin okunmadığını biliyor muydunuz? Bizi eleştirip, barbar diyen avrupalı orta çağda neyaptığını hemen unutuyor nedense!!! O kadar eskiye gitmeyin. Fransa'nin Cezayir'de yaptıkları ortada!!!

Aslinda bu konuda yazacak çok şey var. En başında da, bizi 1945'ten sonra batılı ülkelere muhtaç duruma düşüren aciz devlet yöneticilerinden başlamak gerek.

Image Hosted by ImageShack.us


Bir yerde okumustum, çok hoşuma gitti. Sizinle de paylaşmak istedim. Bugün neden bu durumda olduğumuz en önemli kanıtlarından birisi bence:

"Atatürk 19. yy'da 20.yy eğitimi almıştı. Ancak O'nun ülkeyi bıraktığı kişiler ise 19.yy'daki gördükleri eğitimde kaldıkları için Atatürk'ü asla anlayamadılar ve O'nun izinden gidemediler"

Yazı biraz daha değişik olabilir ama çok güzel özetlemiş yazan kişi...

Ülkemizin değerini bilmek ve iç karışıklık çıkarmak isteyenlerin oyununa gelmemek dileğiyle...
posted by ANDY at 1:45:00 PM 0 comments

Wednesday, October 04, 2006

Sonbahar...

Sonbahar...Biten aşkların, hüznün başlangıç mevsimidir kimileri için... Uzun yaz günlerinin yerini kasvetli, erkenden kararan kış günlerine bırakışının başlangıcıdır kimimiz için de...Ama ben öyle düşünmüyorum. Ben sonbaharda buldum eşimi, sonbaharda aşık oldum O'na...

Saman alevi gibi başlayıp biten yaz aşklarına benzemez, sonbahar'ın hafif soğuk rüzgarlarında başlayan aşklar...Yağmurun altında ıslanmak ister gönül, soğukta yürüyüp sıcak bir mekanda ısınmak ister sevgiliyle...

Başkadır sonbahar'ın güzelliği...Havalar soğusa bile içinizi ısıtır, sarı yapraklardan oluşan o güzelim tablo...

İşte gene geldi kapıya dayandı artık iyice..Bundan sonra daha soğuk, yağmurlu ve karlı bir hava bekliyor bizi ama içimizdeki sevgi ateşi, dostluklar ve bitmesini istemedigimiz soğuk kış günlerinin sohbetleri ısıtıcak bizleri...

Ah ulan bu kadar romantik yazı üstüne aklıma Tiflis'te soba olmadığı geldi, bak canım sıkıldı! Ben şimdi özlemem mi soba başı muhabbetleri, sobada demlenen çayı ve kestane kebabı...Hele Türkiye'de iken doğru düzgün içmediğimiz, satılan dükkanın önünden geçerken yüzümüzü çevirip bakmadığımız o Sahlep ve Boza nasil tütüyor burnumda...

Düşen bir yaprak görürsen
Beni hatırla demiştin
Biliyorsun seni ben
Sonbaharda sevmiştim

Her sonbahar gelişinde
Sarı sarı yapraklarla
Kuru dallar arasında
Sen gelirsin aklıma

Rüzgarla düşen yapraklar
Daima senin hayalin
Yine bir sonbaharda
Döneceksin sen bana
posted by ANDY at 6:11:00 PM 2 comments

Tuesday, October 03, 2006

Wc :)

Basliga bakipta "nasil bir yazi bu" demeyin :) İnsanin en rahat olduğu yer değil midir tuvaletler? Tabi ki halka açık bir tuvalette değilseniz :)) Oradayken koparız herşeyden ya da cok daha iyi odaklarınız düşüncelerimize...Derler ya; "Türkün aklına kaçarken ya da sı....ken gelirmiş" diye... Bence cok doğru. Pek çoğumuz orada yeni fikirler üretmişizdir ya da daha net düsünmüşüzdür. Ne garip bir psikoloji bu? Kafanin rahatladığı bir an :))

Efes harabelerine gidenler bilir...Taştan tuvaletlerin olduğu bir oda vardır. Bu taş tuvaletleri önce köleler oturup ısıtırlar, daha sonra ülkenin ileri gelenleri önemli kararları burada alırlarmış. Yukarıdaki sözü boşuna söylemişler :))

Adamin biri sehirlerarası yolculuk yaparken otobüs firmasi 15 dk. ihtiyaç molasi vermis. Adam da normal olarak tuvalete girmiş. Tam oturdugu andan yandan "Naber?" demiş birisi. Adam şaşırmıs...Alışık olmadık bir durum tabi, tuvalette yandaki kabinden birisinin size "Naber?" demesi :) Adam da cevap vermiş: "İyiyim, sen nasilsin? diye... Yan kabinden "Ben Ankara'ya gidiyorum" demiş. Bizi adam : "Ben de Ankara'ya gidiyorum" demiş. Sonra yan kabindeki adam : "Aşkım ben seni sonra ararım, yan kabindeki adam onunla konustuğumu sanıyor, bir rahat vermiyor" demiş :))

İlginctir insanın ruh hali tuvaletteyken...Bu yazi da aklima orada geldi :))
posted by ANDY at 6:04:00 PM 3 comments

Monday, October 02, 2006

Düşünürken...

İnsan yanlız kalınca, hatta birileriyle otururken dalar gider düşüncelere. Yanınızdaki de sorunca; "ne düşünüyorsun?" diye, hemen "hiççç.." deriz, aklımızdan birbirine bağli pek cok düşünce geçerken. Bende hep öyle olur. Bir olay gelir aklıma ve birisi bana "ne düşünüyorsun?" dediği anda bambaşka bir olayı düşündüğümü anlarim. Bazen "hiç" desem de hemen arkasından anlatırım. Bu arada da daha iyi süzerim olayları nasıl nerden birbirine bağladığımı!

Cadı’nın bana tanıttıüı bu blog olayı ile aklımdan geçenleri yazıya dökme kararı aldım :) Herkese hayırlı, uğurlu olsun blog’um :)
posted by ANDY at 5:34:00 PM 1 comments